İnsanların dünyadaki dağılımına baktığınızda, büyük coğrafi engeller olmasa bile dikkat çekici dil ve kültür farklılıkları olduğunu görürüz. Düz dünya döneminden kalan bulgular, farklı uygarlıkların daha çok Ön Asya üzerinde ortaya çıktığını ima eder. Burada bir şekilde bir medeniyet ortaya çıkmış, zamanla ihtiyaca binaen yayılarak dünyanın diğer bölgelerini kolonize etmiştir. Oysa biraz daha derinlemesine yapılan incelemeler aslına o bölgede daha önce de uygarlıklar bulunduğunu gösterir.
Örneğin İstanbul’un yakın zamanlı nispeten iyi bilinen tarihi yaklaşık iki bin yıl öncesine dayanır, bugün Yunanistan’ın güneyinde bulunan Korint, yeni yerleşim alanları bulmak, ticaret yollarını geliştirmek amacıyla Megaralı Byzas’ı Ege’ye gönderir. Byzas yola çıkmadan önce kahinlere aradığını nerede bulacağını sorar, aldığı yanıt da “Körlerin karşısında” olur. Byzas bugün Sarayburnu olarak bildiğimiz yere geldiğinde Haliç’in varlığını keşfeder. Haliç gemiler için çok büyük ve doğal bir limandır, gözlerden uzaktır, üstelik savunması da kolay görünmektedir. Byzas Kadıköy’de yaşayanları Kalkedon olarak mı adlandırır bu bilinmez, sadece bu kadar yakında olup da bu sıra dışı limanı fark etmemiş olmalarından ötürü olası körler olarak kabul eder.
Depremle gömülen, kazdıkça çıkan tarih
Buna karşılık daha sonra yapılan kazılar, İstanbul bölgesinde Neolitik dönemde de yerleşim olduğunu kanıtlar. Bugün Haydarpaşa başta olmak üzere, Tuzla’dan Küçükçekmece’ye dek pek çok yer kazdıkça çıkan batmış uygarlıklar barındırır. Marmaray kazısı sırasında Yenikapı batıklarının bulunması büyük heyecan yaratır, bilinen tarihi de en az birkaç bin yıl geriye çeker. Kazdıkça bulmak kolaydır, ama tarih akışı “nereye gittiler, neden yok oldular” sorularına cevap vermez. Bir olasılık bu sabah yaşadığımız depremin çok şiddetlilerinin gerçekleşmiş olmasıdır. Her şey yıkılınca altyapı da çöker.
Uygarlıkların bulundukları güncel yerlere nasıl sürüklendikleri, birbiriyle akrabalıkları ve olası ilişkileri bile saptanamaz. Bireylerin dış görünüşleri bir yere kadar belirleyicidir, Slav ırkı dendiğinde uzun boylu sarışın bireyler akla gelir, Uzak Doğulu olmayı belirleyen temel özelliklerden biri gözlerin çekik olmasıdır. Ne var ki apaçık görünen bu farklılıklar bile kolay kolay açıklanamaz. Bilim bunları genellikle “genetik mutasyonlar” torbasına sokar, oysa nispeten iyi bilinen son bin yıl içerisinde mutasyonla ortaya çıkan yeni bir çekik göz yoktur.
Coğrafi tarihlendirmenin yanıltıcılığı
Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer unsur da coğrafyanın tarih içerisindeki savrulmalarının kesin zamanlamasının bilinmemesidir. Fikir birliğine varılmış olan göktaşı çarpmasına bağlı senaryo bile dinozorların ortadan kalkmasıyla ilişkilendirilir. Ön Asya da bir zamanlar ayrık bir ada olarak kabul edilir. Ne olduğu bilinmeyen bir coğrafi olay Hint Yarımadası’nı kuzeye sürüklemiş ve Asya’ya bağlamıştır. Bizim naçizane yorumumuz, bu olay o kadar şiddetli gelişmiştir ki, Himalaya dağlarının yükselmesiyle sonuçlanmıştır. Aynı olay mıdır bilinmez, bir başka olaylar silsilesi de Amerika ve Afrika kıtalarını oluşturacak biçimde yeryüzünü şekillendirmiştir. Nitekim sıra dağ yükseltileri yol gösterebilir, bunlar genellikle kıtaların doğu kıyıları boyuncadır. Öyle ki, bir bağlantı kıtaların kaymasını derinden tutmuş, bir masa örtüsünün takılıp kat yapması gibi, mesela hayli kırılgan olan Los Angeles fay hattının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
O halde Kalkedonluların kör olduğunu düşünmek bizim yanılsamamız, deprem kaçınılmaz gerçekliğimiz, çürük ya da yüksek bina yapmak ısrarımız ise tarihten ders almama zaafımızdır.