Geçen hafta keleme aldığım “Sağlık konusunda vardığımız nokta: Deniz çekilmesi ve kumdan kaleler” başlıklı yazıya “çok sayıda ve önemli” tepkiler aldım, müteşekkirim. Sağlık konusunda yaşadığımız deniz çekilmesi, aslında akademik alanda yaşadığımız tufanın karşılığıdır, açıklamayı elbette bir borç biliyorum.
Çok değil bundan 20 yıl öncesine kadar, tıp mesleğini (sağlık, hastalık ve hasta) çok iyi bilen hekimlerimiz vardı. Biz öğrenciyken hocalarımız demişti ki “bir doktor, hasta kapıdan girip sandalyeye oturana kadar derdini anlamazsa bir daha anlayamaz”. Bu saptama aynen doğrudur; hastanın sıkıntısının boyutu, müzmin olup olmadığı, ağrısı-sızısı var mı, tedirgin mi değil mi, daha hiçbir şey sormadan yüzünden ve duruşundan (postür denir) anlaşılabilir. Ne var ki geçen hafta sözünü ettiğim Amerikan tarzı tıp bilimi anlayışı, hekimliği meslek ve sanat olmaktan çıkarıp, yayın sayısı, TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı) puanı, yeterlilik sınavı gibi bir takım rakamsal değerlere bağladı. Böylelikle akademik yükseltme denen doçentlik ve profesörlük kavramları doğrudan ve sadece bilimsel yayın sayısıyla ilişkilendirildi. Üstelik, nasıl bir yetersizlik duygusuyla (aşağılık kompleksi mi desem?) özellikle bir Amerikan sınıflandırması olan “PubMed ve PubMed Expanded” kapsamındaki yayınlar. Neyi araştırdığın, nasıl açıkladığın önemli değil, o dergilerde bir şey yayınla da nasıl yayınlarsan yayınla.
Dahası bu kuralları dayatan kişilerin çoğunun yayın listelerine baktığınızda gördüğünüz acı gerçek şudur ki, doğrudan kendilerinin yaptığı (ana fikrini kendilerinin oluşturması da dahil) bir araştırma, yazdığı bir makale zaten bulunmamakta. İşte bunlar “akademinin düşmanlarıdır” (Lindsay Waters (Harvard Üniversitesi Yayınları beşeri bilimler yayın yönetmeni), Boğaziçi Üniversitesi Yayınları 2009). Bunlar “gerçek değil”, “kağıttan profesörlerdir”; ilimi, bilimi ve tıbbı “yayın puanı ve kongre katılım sertifikası”na, hastayı ise “klinik araştırma dosyasına” indirgeyenlerdir, olsa olsa kendi akademik hiyerarşilerini yaratırlar. Konunun iyi anlaşılması için yine vaka örnekleri vereceğim, çok değil sadece son iki haftada karşıma gelen, gerçek hasta öyküleridir.
O uzun uzun makaleler, yaratır daha çok “kağıttan profesörler”!
AA, 62 yaşında erkek hasta, düşme sonrası sırtında başlayan ağrılar nedeniyle konunun uzmanı olduğunu düşündüğü bir profesöre gidiyor. Profesör hastanın “13 nokta 000” olan PSA değerini yanlışlıkla 13 bin okuyor. Mesele sırtındaki ağrıyla birleştirilince “prostat kanseri, kemik metastazı” olarak düşünülüp, prostatından biyopsi yaptırılıyor. Bu biyopside de o yaş erkeklerin çoğunda bulunabileceği gibi, akmaz kokmaz bir tümör odağı saptanıyor. Yani hastanın şikayeti tanı ile değil, tanı hastanın şikayetiyle ilişkilendiriliyor.Neyse ki bu aşamada hasta Çapa’ya (İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi) geliyor.
BB, aynı yaşlarda bir başka hasta, prostat kanseri tanısıyla takipte. Hastanın her iki dizinde ortaya çıkan ağrılar için MR incelemesi yaptırılıyor. Her iki dizde simetrik, metastaz olduğu düşünülen bulgular, ama başka hiçbir yerinde metastaz yok. Prostat kanserinde diz metastazı ben hiç görmediysem de, hastalığı kontrol altına almak için hemen iki testisi de alınıyor. PSA değeri artışını sürdürünce, hasta bize geliyor. Düz röntgenlerinde herhangi bir metastaz bulgusu yok, biyopsi istiyoruz.
CC, 55 yaşında erkek hasta, kronik hepatit B taşıyıcısı ve kronik karaciğer hastası. Hastaya ayrıca multiple miyelom denen bir de kemik iliği kanseri tanısı konuyor. Karaciğeri değerlendirmek için BT isteniyor (bakınız bu bir üniversite hastanesi); radyolojik tanı “multiple miyelom, karaciğer metastazı”. Multiple miyelomun karaciğere metastaz yaptığını gören bilen yok, ama bir kere “kanser” lafı edilmiş ya, oradaki (TUS ürünü) kıdemli asistan, “metastaz” diyor. Hasta yakını bu aşamada bir de Çapa’dan görüş alalım diye bize geliyor, “bu metastaz değil, nodüler siroz, sakın kemoterapi yapmayın” demeye kalmadan hasta zaten kaybediliyor.
DD, 65 yaşında erkek hasta, günde dört paket sigara içerken, ortaya çıkan nefes sıkıntısı nedeniyle hastaneye başvuruyor. “Olsa olsa KOAH (kronik obstrüktif akciğer hastalığı) başlangıcıdır” deyip (en tehlikeli “kıvırtma” biçimidir: “başlangıcı”) dayıyorlar ilacı. Üstüne domuz gribi aşısı oluyor, bu sefer duruma bir de aşıya bağlı grip tablosu ekleniyor. Tansiyonu önce hastayı bayıltacak kadar aşırı derecede düşüyor. İstenen ilaçlı BT sonrası, ilaç böbreklere dokunduğundan bu kez hipertansiyon ortaya çıkıyor. Hasta bu aşamada üroloğuna bir kez daha gidiyor, ama ürolog Amerika’ya kongreye gitmiş. Hasta Giresun’dan kalkıp Çapa’ya geliyor.
… (Vaka çok, yerimiz yok).
Peki tufan gelince ne olur kağıttan profesörler?
Sonuç olarak “artık zengini de, mevki sahibi de sadece ve sadece ‘iyi bir hekim’ arayışında”, çünkü bu noktada (gülümseyiniz!) “para sorunu çözmüyor” (Fatih Altaylı, HaberTürk, 13 Şubat 2010).
Sevgili Sağlık Bakanım ve YÖK Başkanı çok iyi bilsinler, bu örnekler devlet ve üniversite hastanelerinde yaşanıyor, özel hastanelerin durumunu söylememe gerek bile yok, herkes çok iyi biliyor. TUS tufanıyla mezun edilen doktorlar, önce diplomalı branş cahillerine dönüşüyor. Doktorun cahil olduğu ortamda, diploma, yayın sayısı, kongre katılımı, yeterlilik belgesi ve akademik “titirler” daha kalın, kuşe kağıttan profesörler yaratıyor.
Yani sorun rastlantı değil, bir TUS tufanıdır. Tufan gelince (ve dahası iyi eğitimliler Tam Gün’le kaçırılırsa) kalın kuşe kağıttan profesörler, kaçalım diye katlayıp kayık yapsanız bile birer birer, su çekip batar gider. İşte onlar Yenikapı Batıkları gibidir, çok geçmez çamur da üstlerini örter.