Özlem ve umut taşıyan bir çağrışım olsa da “evde olmak sızısı” anlamına gelen nostaljinin bir duyumsama ya da hastalık hali olup olmadığı çok fazla irdelenmemiş görünür. Google nostalji için ne kadar kurcalasanız da sonuç olarak film adları bulur. Bu kadar çok kullanılan bir kelimenin araştırma konusu olmaması garip olduğu gibi duyumsamanın kökeninin ne olduğu da açık değildir. İlk betimleme “savaştaki askerlerin ev özlemi çekmeleridir”, ancak nostaljik olduğu varsayılan durumların çoğunda savaş ya da evden uzak kalma teması bulunmaz. Sorguladığınızda kimileri bazı mekanları, kimileri bazı şarkıları, kimileri bazı kokuları, ama çoğunluk geçmişi nostaljik bulur. Buna karşılık “çoğunluğun tanımladığı geçmişin” çok uzak bir geçmiş olması gerekmez. Günümüz, bundan bir yirmi yıl önce yaşanan geçmişi; yirmi yıl öncesindekiler de o günden otuz yıl önce yaşanılan geçmişi betimler. Yani özlemi çekilen şey aslında geçmişin kendisi gibi görünür.
Nostalji şehre gelmemiş olmak, köyde ya da kasabada kalmış olmayı dilemek, özlemini çekmek de değildir, çünkü köyde kalanlar da geçmişi özler, eski bayramların coşkusu gibi kavramları dile getirir. Nostalji kavramı mekandan bağımsız bir biçimde ortaya da çıkabilir. Televizyon ya da telefon cihazının üzerine örtülen örtü, arabanın arka cam boşluğuna atılan yastıklar, çizgili pijamalar, defter biçiminde nüfuz cüzdanları nostalji imgesi taşırlar. Oysa bugünde yaşayıp televizyonun üzerine dantel örten ya da ev telefonunu çevirmeli modelde tutana rastlanmaz. Bakkalda satılsa bile kimse ampulü kapatıp mum ışığında oturmaz. Yeşilçam filmleri kendilerine özgü kanallarda ya da internette sebil olarak sunulur, ama seyredilmez. Bununla birlikte Seksenler dizisinin neden bu kadar tutup devamının getirildiği de özlemle açıklanamaz. Duygulandıran kavramlar silsilesinin sadece geçmişle ilişkilendirilmeleri bu örnekler çerçevesinde de şaşırtıcıdır.
Olasılıkla bundan fazlası da vardır, çünkü çoğu kişinin nostalji tanımlaması aslında hiç yaşanılmamış ya da bulunulmamış yerlerle ilişkilidir. Bob Ross’un hemen oracıkta biçimlendiriverdiği resimlerinde betimlediği “karla kaplanmış dağ kulübesi” hiç yaşanılmamış olmasına rağmen nostaljiktir. Taksim Tünel hattında ya da Kadıköy Moda arasında çalışan tramvay eski model olmakla kalmaz, yoldakileri uyarmak için çaldığı çan da nostaljik tınlar. Bu saydığımız nesneler hali hazırda çalışıyor olsalar bile çoğumuz binmez, çok azımız gerçek başlangıçlarını görmüştür, ama nostalji denen sızıyı duyumsamakta zorlanmaz.
O halde dilimiz pelesenk ettiğimiz kavramın “yaşamışlıkla” açıklaması pek mümkün görünmemektedir. Geçmiş sızısı biz onu hiç yaşamamış olsak bile varlığını korur, kavramı karmaşık hale getiren zaten bu özelliğidir. Betimlemeye çalıştığımız ikilemin bir açıklaması belleğimize yerleştirilmiş olan eski resimlerdeki mutlu yüzlerin, çocuksu bakışların, daha doğrusu hayatın basitliğinin çağrışımıdır. Nitekim genel adıyla “efemera” öğeleri, yani eskiye dair insan eli değmiş defter, kitap, kartpostal, reçete her ne ise gerçekten bir biçimde çağrışım yapar. Günümüzde bunların hiçbiri kullanılmaz, ama kartpostal atmak yerine toplu mesaj çekmek aynı etkiyi sunmaz. Bugün doğanların çektiği özlemin nesnel karşılığı olmadığı gibi, nostalji olarak betimledikleri öğelerle hiç karşılaşmamışlardır.
O halde irdelemeyi biraz basite indirgemek adına nostaljinin bir nesneyle mi yoksa yaşanmışlıkla mı ilgili olduğunu tartışalım. Bir yöntem olarak sadece mekanı seçin ve kendinize sorun:
“Nerede kendimi evimde hissediyorum, nereye ve hangi zaman kesitine özlem duyuyorum?
“Özlemini duyduğum şey bir konum mu, o mekan mı; bir ses, koku ya da bir kişinin varlığı mı?”
Cevabınız varsa bir sonraki soruyla devam edin, “neden?”