Hayalperest ve hercai

Masumiyet Müzesi’ne ikinci gönderi

İnsanın yazamamak hali artık kurumaya yüz tutmuş mürekkebinin bırakamadığı izlerden ibaret değildir; solmaya başlamış düşünceler bahçesi de çoğu kez açıklayıcı olmaz. Yazamamak hali öyle bir durumdur ki, her solan fidanın dibinden yeni bir filiz vermesi beklentisi, ağaçtaki son yeşil yaprağın bir türlü düşememesi misali, solan düşünceler bahçesinden ne olursa olsun yine de beslenir. Düşünceler bahçesi sulamanızı gerektirmez, kurumuş dalların arasında dolanmanın çatırtıları ya da ezdikçe kokusunu aldığınız, lakin artık sararmış olan çimenlerin bu kez kırılma seslerinden teselli bulur. Onların her bir çatırtısı ne hikmetse bahçeyi yeniden diriltir ki, aralarında dolanıp “artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok” diye içinden mırıldansanız bile düşünceler coşuverir, sabah bindiğiniz dolmuşta Zeki Müren çalıyor olmasına benzer, sadece gülümsersiniz…

İnsanın yazamamak besbelli ki kendine değil, okuyacak kimsenin artık var olmaması kasvetine bağlıdır. Savaşa giden eşini bekleyen kadının umudu ölüm haberi gelmedikçe ayakta kalır, “belki bir gün döner” tesellisi çoktan toprağa durmuş olsa bile kocasını zihninde canlı tutar. Ya da bir polisiyenin sonuna yaklaştıkça sol elinizde biriken sayfalar, keşke bitmese dedirtebilecek kadar kabarabiliyorsa, sonu bilinmeyen her öykü gibi o da yüzlerce sayfa eklenecek kadar sonsuzluğunu korur. İltifat mı marifete tabidir, okunduğunu sanmak mı iltifata hükmeder, bunu ben de hala anlayamadım.

Anlaşılamamış bir şeyin anlatılması ne kadar olanaksız görünse de aslında kalemin mürekkebini canlı tutan da odur. Bir düşünce vardır, yazılsa da okunmayacak, okunsa da be anlaşılamayacak ve hatta anlaşılsa bile siz onun anlaşıldığını hiç bilmeyeceksinizdir. Bu hiç tanımadığınız birine, büyük bir özenle bir şeyler yazıp küçücük bir arzuhalin zarfa konulup postalanması kadar masumdur. Hayatımda en az iki defa denediğimi hatırlıyorum, yanıtsız kalmaları yanıtlanmamalarının sorunu muydu, yoksa benim yanıt bekleyecek kadar saf olmamın mı kuruntusuydu, bilemiyorum.

Ben zaten çok sevdiğim birine, çok hoşuna gideceğinden emin olduğum bir küçük eylemime, korumama ya da örtmeme tek bir teşekkür almamaya çoktan alışmıştım. Masasının üzerine bıraktığım özenle ve olabildiğince sevimli küçük paket, denize atılan taşın nereye varacağı bilinmeyen sürüklenişi gibi, taşla denizi birbiriyle buluşturmaktan fazlası etmese de, mektuplar taşa benzemezdi. Taş eninde sonunda denizindi, ama mektubun yerine varamaması, onca gelen postanın arasında kaybolup belki de aylar sonra bulunacak olması hala bir cevap ümidi taşıdığından beni ayakta tutardı, ben kocasının ölmediğine inanan kadın olurdum. Kapıdaki her posta taşıyıcısına, besbelli birileri tarafından ısmarlanmış onlarca pakete bakarken acaba biri benim garip isteğimin karşılığı olabilir mi diye öykünür, bazen kendimi alamayıp sorar, ama beklenenin gelemediğini zaten bildiğimden bir kahkaha atar ve geçerdim. Hayat da karşılık bulamamış beklentilerin izlerinden ibaret değil miydi, sakladığınız “gönderi kağıtları artık tomar olmaya yüz tuttuğunda bir garip Alcatraz Kuşçusu misali, ki onda muhtemelen gönderildi kağıdı da yoktu, elbet bir gün diyerek avunurdum.

Sonra bu yazamamak halimden giderek hoşlanmaya başladım, sadece yazamamayı yazmak artık benim yeni mutluluğumdu; yazamamak korkusu bunca sayfayı garip bir biçimde doldurmama neden oluyor, kendimi durduramadan içimden daha onlarcasını “getirin, getirin” çığlıkları atarken, sadece klavyeyi okşayarak yazamamak korkusunu düşüncelerimle birleştirebiliyordum. Önceki olanları yazmak yerine olamamış olanı yazmanın daha çekici olduğu fikri zihnimde giderek perçinlendi.

Ben artık hayalperest ve hercai kurguların girdabındaydım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir