İnsanın yazamamak hali

Masumiyet Müzesi’ne ilk gönderi

Düzenli yazmaya alışmış birinin yazma becerisini kaybetmesi ya da en hafifinden artık yazacak yeni bir şey bulamaması başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir. Çünkü yazmak kendiyle bir başkası varmışçasına söyleşmektir ki, yazamamak kendine de anlatacaklarının tükendiği hüsranının “kapatıldı ve mühürlendi” halidir. Mühürlenmiştir, zira gayet iyi bilirsiniz, hayatta anlatabileceklerin kaynağı değil tükenmek, elinizi soktuğunuzda girdaplar oluşturabilecek ve hatta sizi kapıp sürükleyebilecek şiddetle gürlemeye devam eder. En kötüsü işte bu kaynağın bilakis şiddetlendiğini görüyor olmaya rağmen hala ve hala yazamamaktır; esin perisinin gelmemesinden ziyade kalemin mürekkebinin tükenmesi, sözlerin bir türlü yazıya dökülememesi ve hatta duyguların hiçbir şekilde betimlememesi gibi bir dilsizlik halidir.

Üstelik iyi yazmaya çalışmak bir istek olsa da iyi yazıların çoğu masa başında ortaya çıkmaz. Bunlar daha çok yoldayken kulağınıza çalınan bir namenin aksi sedası gibi kafanızın içinde çınlayarak başlar. Hani hep yoldayken “eve gidince ne biçim çalışırım” diye kurguladığınız düzenin, eve gelince kapının kapanmasıyla birlikte ansızın boşalan bir saat zembereğine benzer. Bir hışım girdikten sonra toplayacağınız mutfak, yerdeki dağınıklıkların toplanması ya da kaldırılmayı bekleyen çamaşırların haftalarca tozlanmaya bırakılmasından duyulmayan rahatsızlık, çünkü yazma düşüncesinin eyleme dönüşememe hali layıkıyla can sıkıcı olmanın ötesinde bir türlü söylenemeyen sözlerin iç sancısına dönüşür.

Artık pek kullanılmayan kağıtlar ya da yerinden çıkarılmaya üşenilen bilgisayar değildir bu durum, düşünce ve yazmak eyleminin kopması hayattan hiçbir iz bırakmaksızın çekilip ayrılmaktır. Artık yoksunuzdur ve hatta hiç olmamışsınızdır. Oda üstünüze gelmez, yerdeki kağıt yığıntıları masallardan kalma “beni sağ, beni sağ” diye bağıran ineklere ya da “beni topla, beni topla” diye söylenen dalları meyvelerden sarkmış ağaçlara benzemez; oda tamamen durmuştur, kağıt orada dışarıdan gözlemlediğiniz ama asla dokunmak isteği oluşturmayan bir nesnedir, tıpkı yıkanmayı bekleyen bulaşıkların mutfağın doğal örüntüsü olması gibi. Bir hamleyle yerden kaldıracağınız tüy yumağı üzerinden atlayacağınız, yanından dolanacağınız bir engel değil, yürümeniz gereken yolun aklınızda kaydırılmış yeni halidir, o zaten vardır, siz uyarsınız.

Böyle ruh hallerinde bilgisayara dokunabiliyor olmakla dokunamamak arasında derin bir uçurum yer alır; elinizi bir buçuk metre ileri uzatıp zeminden almak, uçurumun üzerinden zıplayıp öte yana düşmekten daha zordur. Alsanız ya da açsanız ne olacak, kalemin yerini klavyenin alması, kağıdın örüntüsünün ekranda olduğunun varsayılması yetmez. Yazacak bir şey bulamama kabusu en derin uykulardaki yaşandığı açık ve seçik karabasanlardan uyanarak kurtulmak, ama her seferinde uyanamamış olduğunu anlamak, ama bir türlü yatakta kan ter içinde gözünü açmak haline erişememek gibidir. Bu tarifi pek kolay olmayan bir ataletin korunumu halidir, atalet kelimesinin tek başına anlattığı eylem olasılığından bile yoksundur; “düşünceler oluşmuş ama yazı henüz keşfedilmediğinden” aklın içinde dalgalanıp duran söylenceler kişinin yok olması, daha doğrusu aslında hiç doğmaması hali.

O zaman “al beni ey tatlı uyku, sımsıkı sar kollarınla, yazmak eyleminin olmadığı alemlere götür…” diye içinizden geçirirken, insanın rüyasında neden yazmadığı gibi bir düşünceye takılırsınız, ama heyhat onu da yazmak geçmez içinizden. Böyledir işte. Rüyalar görmek içindir; gezmek, uçmak, dalmak ya da dağlara tırmanmak, hiç akla gelmeyen birinin görülmesi ve uyanınca nasıl olsa unutulacağı çok iyi bilinse bile bir yere kaydedilmeme hali ne kadar gerçeklikse, yazmaya başlama hali de o derece rüya biçimini alır.

Eylem ve eylemsizlik arasında sıkışmış olmanın panzehrini bilen varsa bana da söylesin diyeceğim, ama bunu yazmak da imkansızdır. İnsanın zihni uçuşmalara, teşbihlere, kendi kendine anlatılıp katıla katıla gülünen olasılık hallerine, ansızın geliveren aforizmalara ne kadar açıksa, önünde duran kaleme uzanmaya da o kadar uzaktır. Zihin bir türlü meyvesini veremeyen, tekamülünü asla tamamlayamayan bir ilkel canlı gibi nerede olduğunu bile bilmediğimiz mekanında can çekişir durur. Yazamamak hali ne yazık ki tam da budur.

Belki bir şans eseri, belki bir içten yalvarışın gizli telkini ya da sadece zihin olarak kalmanın da olasılıksızlığının tesellisi gibi ansızın gelen bir mesaj, komşu bayiye bırakılmış bir kitap olduğunu söylediğinde bir heves sırtınıza geçirdiğiniz kaban, kaç yıldır arayıp bulamadığınızı bile unuttuğunuz eski bir resmin, kartpostal, davetiye ya da notlar silsilesinin hiç olmayacak kutunun içinden çıkıvermesi gibi içinizde kelebekler uçuşturur.

Yazmaya yeniden başlayabilmenin ifadesi tam doğru anlatmak mümkün olamasa da bir yere kadar budur.  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir