Sevgili Sağlık Bakanım Tam Gün’de “beş benzemeze blöf atıyor”, oysa halkın kartları açık!

Geçtiğimiz hafta gazete manşetlerine yansıyan haber devlet hastanelerinde çalışan 35 cerrahın, SGK müdürünü de işin içine katıp, 370 ameliyatı gereksiz yere yaparak devleti 5 milyon TL zarara uğrattıklarını anlatıyordu (Habertürk, 14 Ocak 2011). Emin olunuz ki bu buzdağının görünen kısmının bile küçük bir parçasıdır. Ülkemizde her alanda olduğu gibi tıpta da “sözüne güvenilir” insan sıkıntısı yaşamaktayız, ancak mesele sağlık olunca bedel sadece para olarak değil, yanan canlar biçiminde de ödenmekte. Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) sonrasında çok ciddi boyutlara varan “hekimlik nosyonu eksikliği” gereksiz tetkik, hatalı tanı ve haybeye tedavi sayısında olağanüstü bir artış oldu. Hastayı muayene etmek zahmetine bile katlanmak istemeyen, etse de anlamayacak doktorlar durmadan BT, MR, PET gibi pahalı tetkikler isteyerek eksikliklerini örtmeye çalışıyor. Sağlık Bakanlığı bu durumdaki doktorların pratisyen olanlarını bir haftalık kursla (üç yıllık ihtisas branşı olan) “aile hekimliğine terfi ettirdi”. Elindeki tek yeterlilik sahibi sağlık kurumu olan üniversite hastanelerini ise Tam Gün yasasıyla hizmet dışına atmaya çalışıyor. Oysa Sevgili Sağlık Bakanımın farkında olmadığı (ya da görmezden geldiği) temel sorun, “elinde yeterli sayıda nitelikli doktor” bulunmamasıdır. Yani Sağlık Bakanım “beş benzemeze blöf atıyor”, oysa halkın kartları zaten açık. Kimin elinde ne olduğunu (kimin bilgi ve ehliyetinin yeterli olduğunu) biliyor, gelebilenler mesela doğrudan Çapa’ya ve Cerrahpaşa’ya geliyor, yani üniversiteyi tercih ediyor.

Doktorların çoğu değil tanı koymak, hastanın neden öldüğünü anlamaktan bile uzak

Hal buyken, Tam Gün Yasası’nın Ocak 2011 sonunda yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye’nin “kritik” sağlık yükünü kaldıran üniversite hastaneleri “bile bile” ciddi bir darboğaza sürüklenecek. “Özel muayene” olarak adlandırılan uygulamanın da sonlandırılmasıyla üniversite hastanelerinin “idare etmelerini” sağlayan döner sermaye gelirleri ortadan kalkacak. Üniversite hocalarının en iyi, en başarılı kesimi ya görevini tamamen bırakıp özel hastanelere geçecek ya da kırılıp, kuruyup, çekilecek.

Sevgili Sağlık Bakanım artık görsün ki, sorun doğrudan bir “deniz çekilmesi”dir! Bakanlığın ve özel sektörün kurduğu “moderen” hastanelere istenildiği kadar “robotik cerrahi sistemi, nokta atışlı kanser tedavisi cihazları vs.” yerleştirilsin. Bu kan emici tıp emperyalizmine karşı iyi eğitimli doktorları olmadığı sürece, kumdan kaleler gibidir o hastaneler. Deniz çekilmesi olduğunda ve iyi eğitimliler Tam Gün’le kurutulursa, susuz kalan kumdan kaleler, dağılır gider birer birer. İşte o dağılan kum, değil en güçlü iktidarları silmek, en büyük medeniyetlerin bile üstünü örter.

Çünkü sorun bir TUS tufanıdır! Tıp eğitiminin dibe oturduğu ortamda “ulufe usulü” dağıtılan akademik “titirler”, ancak yaratır “kuşe kağıttan” akademisyenler. Tufan gelince ve dahası kaçarsa iyi eğitimliler; o kalın kuşe kağıttan akademisyenler, “kaçalım” diye katlayıp kayık yapsanız bile birer birer, su çekip batar gider. İşte onlar Yenikapı Batıkları gibidir, aynen haybeye yapılan ameliyatlar gibi, çok geçmez çamur da üzerlerine çöker.

Sevgili Sağlık Bakanım bilmeli ki “artık zengini de, mevki sahibi de sadece ve sadece ‘iyi bir hekim’ arayışında”, bu noktada besbelli “para da sorunu çözmüyor”. Elindeki doktorların çoğu değil hastalık tanısı koymak, hastanın neden öldüğünü anlayabilmekten bile uzak! Heyhat, ne ağalar gördüm ben, ne ceylan gibi bacılar; “ecnebi tıbbı” desen, onları olsa olsa oyalar. Sağlık Bakanım halkın sağlığını düşünüyorsa bu durumu artık anlamalı, üniversite hastanelerini korumalı. Aha, daha şimdi aradılar bu kez Hasankeyf’ten (17.1.2011, saat 20.16), doğuma on gün kala, bilincini kaybetmiş bir anne deva aramakta, bana sorarlar. Derler ki “bütün doktorlar görmüş, her şey normalmiş” (!). İşte sorun bu, yok mudur biri bu bebeği annesinin karnından çekip çıkaracak? Bilim ve vicdan bu kadar mı tükendi? Yoksa şöyle mi demeli: “Aman canım ölseler ne olacak, nasıl olsa örtüyor bütün hataların üzerini o kara toprak…”

Rapor konusunda tek ilerleme: Uludağ Gazoz gerçek şeker kullanıyormuş, kutluyoruz

Geçtiğimiz hafta gündeme gelen nişasta bazlı şekerin (mısır şurubu) hasta ettiğine dair “Şeker Raporu” konusunda, göndermiş olduğum Sağlık, Tarım ve Köyişleri, Sanayi ve Ticaret Bakanlıkları, Şeker Kurumu ve Şeker İş Sendikası’ndan henüz bir açıklama gelmedi. Bakalım sigara karşısında alınan tavır, çok daha geniş bir kesimi etkileyen nişasta bazlı şeker konusunda da sürdürülebilecek mi? Endüstriden ise sadece Uludağ Gazoz’un sahiplerinden Ömer Kızıl arayarak, ürünlerine tonu 1500 dolara gerçek şeker (pancar şekeri) koyduklarını açıkladı (oysa sektörün çoğunluğu tonu 600 dolara nişasta bazlı şeker, yani mısır şurubu kullanıyor). Kendilerine gösterdiği her iki hassasiyetten ötürü de müteşekkiriz. Ben yaptığım açıklamalarda özellikle dikkat ederek “meşrubat” şeklinde genellemeye gittim, ancak ilk haberlerin “gazoz” olarak duyurulması, internet sitelerinde ister istemez “gazoz ve kek” şeklinde hatalı bir tasnife neden oldu. Bilginize sunuyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir