Bilinmeyenin sınırları: Zihinsel süreçlerin açıklanamayan halleri neyi anlatıyor?

Zihinsel süreçlerin açıklanamayan hallerinin içerisinde reenkarnasyon ayrı bir yeri tutmaktadır. Reenkarnasyon basitçe “yeniden beden bulma” şeklinde açıklanabilir, buna göre ruh farklı farklı bedenlerde yeniden doğar. Bu düşünce Batı ülkelerinde bile ciddi taraftar bulurken, Doğu kültüründe inancın doğal bir parçasıdır. Bazı öğretilerde ruh belli olgunlaşma aşamasını geçtikten sonra artık bedenlenmesi gerekmeyen, yani gelişimini tamamlamış (ya da taksiratını ödemiş mi desek?) olgun bir varlığa dönüşür. Değişik dinsel öğretiler ruhun bu formunu ebedi mutluluğa ulaşmış olarak tanımlar. Reenkarnasyon kimine göre kandırmacadır ya da rastlantı olarak açıklanabilir. Önceki kimlik konusundaki bilgiler genellikle hipnoz altında edinilmektedir, bu nedenle hipnozun kişide aslında olmayan hikayeleri canlandıracağını ileri süren çok sayıda karşıt görüş bulunmaktadır. Ancak bana göre reenkarnasyon konusunda esas veri oluşturan örnekler, doğrudan kanıtlanmış olanlardır. Kanıtlanmış örneklerin önemli bir bölümü çocuklardan alınmış hikayelerdir, zira reenkarnasyona ilişkin bilgilerin yaşın büyümesiyle unutulduğu kabul edilmektedir. Zaman açısından çağdaş bu kısıtlı sayıda örnekte, verilen bilgilere yönelik araştırılma yapıldığında, bazılarının kesin doğru olduğu gösterilmiştir. Ben bu nedenle reenkarnasyon düşüncesinin doğru olduğunu kabul noktasına varıyorum.

Buradaki ve diğer pek çok “kısıtlı” örnekteki ortak tartışma noktalarından biri, genelleme yapmanın doğru olup olmadığıdır. Örneğin “rüyaların gerçekleşmesi” örnekleri sadece bunu yaşayan kişiye mi sınırlandırılmalıdır, yoksa aslında herkes için geçerli, ancak kullanılamayan bir yetenek olduğu mu kabul edilmelidir? Doğrusu ben “genellemeyi” kabul ediyorum. Bir özelliğin bazılarında ön plana çıkması, onların bunu kullanabilme yetenekleriyle ilişkili görünmekte. Dolayısıyla benim inancım telepati, öngörü, reenkarnasyon gibi örneklerin kişinin değil, insanın genel bir özelliği olduğu, ancak sadece çok küçük bir kısımda bilinç düzeyine eriştirilebildiğidir (rüya örneğinde olduğu gibi, çoğumuz rüyaların küçük bir kısmını bile hatırlamayız).

Reenkarnasyona paralel veri sunan bir diğer de örnek “ruhlar ve medyumluk”tur. Ruhun ne olduğu konusunda daha önce yüzeysel bir yazı kaleme almıştım, şu bir gerçek ki bütün öğretiler, kendi içlerinde farklı farklı kozmogoniler kurmakla birlikte ruhun varlığını ve ölümsüzlüğünü kabul eder. Öte yandan bir teorik fizikçi olan Jean E. Charon’a göre ise ruh elektronlardan oluşan farklı bir formdur. Bana bu konuda doğrudan aktarılmış olan tek birinci ağız deneyim, bir medyum aracılığıyla annesinden bilgi alan bir dostumdur. Aslında kendinin de inanmadığı yarı şaka bu deneme, annesinin kimsenin bilmesi mümkün olmayan bazı şeyleri bildirmesiyle ciddiyet boyutu kazanmış, dostumun dünya görüşünün de değişmesine neden olmuştur. Benim bu deneyimden çıkarttığım en önemli sonuç ise, ruhların Charon’un “fiziksel bir form” yakıştırmasından ziyade, yaşayanın belleğini de taşıyan bir varlıklar olduğu şeklindedir. Bedenin ölümü sonrası bu form varlığını sürdürmektedir.

Gelelim şimdi geçen hafta ve bu haftadan kaynaklanan ortak çıkarımlara ve buna bağlı vardığım temel sonuca:

1. İnsanların (ve hayvanların) modern bilimsel yöntemlerle de ortaya konan, ancak bu yollarla açıklanamayan bazı yetenekleri bulunmaktadır. Bunların başlıcaları telepati (zaman ve mekandan bağımsız zihinsel bağlantı kurabilme), bunun bir başka formu olan eşzamanlılık, rüya vb. yollarla geleceği sezebilme olarak adlandırabileceğimiz durugörüdür.

2. Bu yetenekler herkeste ön plana çıkmamaktadır, ancak bazılarımızda tartışmaya gerek olamayacak bir biçimde mevcuttur.

3. Yaşadıklarımız bir şekilde bir hafızaya kaydedilir, ancak bedenin ölümü hafızanın kaybolmasına neden olmamaktadır. Kısıtlı reenkarnasyon ve medyum deneylerinden elde edilen sonuç, hafızanın ruha (ya da siz ne olarak adlandırırsanız adlandırın) aktarılarak kaldığı şeklindedir.

4. Bugüne dek yapılan bütün bilimsel çalışmalara karşılık beyinde hafızanın nerede saklandığı ve nasıl depolandığı şeklinde geçerli bir teori oluşturulamamıştır (En azından benim beyin farmakolojisiyle doğrudan ilgilendiğim 1990’ların ilk yarısı ve bugün arasında hiçbir somut gelişme yoktur).

Yukarıda anlattıklarımdan çıkarımla, okuyanların çoğu için “akıl sağlığımı yitirmeye başladığım” endişesini doğuracak olan önerim, hafızanın beyinde değil, bir başka ortamda saklandığı şeklindedir. Beyin olayları algılamakta ve bu diğer ortama aktarmaktadır (ya da en azından yedeklemektedir); bu anlamda beyin vücudun asgari fonksiyonlarını kontrol eden sinir hücreleri topluluğu, ancak bilinç ve hafıza açısından bakıldığında “biyo-metafizik” bir antendir. Bilinç ve hafızanın saklandığı ortamın nerede bulunduğu ya da ne olduğu şeklinde somutlaşmış bir teorim henüz bulunmamakta. Ancak binlerce kilometrelik mesafelerden olan telepatinin (ya da genel anlamıyla zihinsel temasın), bu fiziksel dünyadan değil, aslında hafızanın saklandığı diğer ortamdan olduğunu düşünmemin yukarıda açıklamaya çalıştığım kendince haklı pek çok gerekçesi var. Hafıza konusundaki bu önerme kuşkusuz reenkarnasyon ve ruhlarla ilişki örneklerine de kendine göre bir açıklama getirebiliyor. Ne var ki bu açıklamanın esas getirileri daha farklı ve ürpertici: Birincisi,  bugünden yarını görebiliyorsak, zaman ekseninde bir “eşzamanlılık” bulunmaktadır, bu durum “kehanet” kavramını başka bir yere oturtur. İkincisi, biz başkalarının düşüncelerini görebiliyorsak, başkaları da bizim düşüncelerimizi görebilecektir, dolayısıyla saklayabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Bu durumda Kitap Ehli’nin “düşüncelerimizden de sorumlu olduğumuz” söylemi, yerine pürüzsüz oturmaktadır.

Notlar:

  1. Bir okurum DNA’nın hafızayı taşıdığı şeklinde bir görüş dile getirdi. DNA, proteinler ve hücrenin alternatif olarak nasıl algılanması gerektiğini ayrıca tartışacağım, ancak yukarıda yazdıklarım doğrultusunda “türe ait hafıza”yı ben farklı bir yere oturtuyorum.
  2. Yukarıda yazdıklarım Yüce Yaratan tarafından her şeyin yazılmış olduğu saklı levha “Levh-i Mahfuz” ve Kader kavramını dışlamıyor, ancak bambaşka bir şekilde destekliyor (ayrıca tartışacağım).
  3. Hafızanın beyin dışında saklanması görüşünün Tanrının Yaşadığı Yer (Melvin Morse ve Paul Perry, ErKO Yayıncılık, 2006) adlı kitapta da dile getirilmiş olduğunu, ben bunları düşündükten sonra gördüm. Ya ortak hafızanın bir oyunu ya da “aklı oyunlar yapan” tek kişi ben değilim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir