Bilinmeyenin sınırları: Evrenin prensipleri

İçerisinde bulunduğumuz evrenin Büyük Patlama sonucunda yaklaşık on beş-yirmi milyar yıl önce oluştuğundan size daha önce söz etmiştim. Evren bu patlamanın ardından halen genişleme fazındadır ve bu genişlemenin sonucu olarak yıldızlar birbirinden uzaklaşmakta, evrendeki ortalama yoğunluk giderek azalmaktadır. Oluşturduğu düşük dalga boyundaki radyo frekansı halen saptanabilen patlama sonrası bu genişlemenin, daha yüz milyarlarca yıl süreceği tahmin edilmektedir. Buna karşılık evreni oluşturan, daha doğrusu maddenin maddeyle ilişkisini düzenleyen sadece dört temel kuvvet bulunmaktadır. Bunlar yer çekimi kuvveti, manyetik çekim kuvveti, zayıf ve güçlü çekirdek kuvvetleri olarak tanımlanmaktadır. Bütün çabalara rağmen bunlara bir beşinci kuvvet daha eklenememiştir. Başta Einstein olmak üzere, pek çok bilim adamı aslında bu kuvvetlerin de tek bir kuvvetten türemiş olması gerektiğine inanmış, tek bir temel kuvvetin farklı görünüş biçimleri olduğunu bulmaya çalışmışlarsa da, bugüne dek böyle bir tek temel kuvvet tanımlanamamıştır. Öte yandan evrendeki atomları oluşturan partiküller çok daha fazla çeşitlilik göstermektedir. Bize fizikte öğretilmiş olan elektron, proton ve nötronu oluşturan bugün için tanımlanmış onlarca partikül bulunmaktadır. Bunların büyük kısmı lineer hızlandırıcılarda çarpışma sonucu elde edilen çok kısa ömürlü partiküllerdir. Yükler çerçevesinde bakıldığında ise artı ve eksi olmak üzere tanımlanmış iki farklı yük bulunmaktadır. Buradan çıkışla hemen hemen bütün partiküllerin bir de negatif bileşeni olduğu kabul edilmektedir.

İşin tuhaf yanı gerek fizik gerekse astronomiden elde edilen bunca bilginin aslında dinlerde ve Batıni öğretilerde çok eskiden beri karşılıkları bulunmaktadır. Bu nedenle ben söz konusu benzer yaklaşımları “evrenin prensipleri” olarak adlandırmak istiyorum. Semavi dinler öncesi çok tanrılı dinlerde ve inanışlarda da aslında tek tanrı kavramı mevcuttur. Çok tanrılı dinlerin “tanrılar panteonu” da bunların üzerinde yine tek bir tanrı bulunduğunu kabul ederler (Ra, Zeus ve benzerleri). İşte bu, evrenin “teklik” prensibidir. Tek bir tanrı hem birliği tanımlar hem de o tanrının yarattığı her şeyin yeniden tanrıda vücut bulacağını kabul eder. Bunun fizikteki “tek kuvvet” karşılığına henüz erişilemediyse de, kuvvetlerin bugün için en azından ikiye indirgenebileceği kabul edilmektedir.

Artı-eksi, erkek-dişi, gece-gündüz ya da iyi-kötü gibi birbirinin aksi, ama beri yanda tamamlayıcısı olan kavramlar ise evrenin dualite prensibini oluşturur. Dualite benim kavrayışıma göre var oluşun da temel gerekçesidir. Var olmak, var olmamaktan yine benzer dualite prensibiyle ayrılır. Varlığın sürdürülebilmesi için de iki farklı yön arasında akış temel gereklilik olarak ortaya çıkar. Örneğin enerji, enerji olmaması durumuyla ölçülebilir ki, biz buna elektrikteki karşılığı olarak gerilim, potansiyel, kimyadaki karşılığı olarak gradyan, canlılıktaki karşılığı olarak ölüm ve yaşam (membran potansiyeli) adını vermekteyiz. Söz konusu tanımlar için bir üçüncü bileşenin varlığı, yani ara form bugüne kadar gösterilememiştir.

Evrenin üçüncü prensibi ise “trinite”, yani üçlülük prensibidir. Bu kavrama iki ayrı güç ve buna ilişkin bir düzenleyici, belki de olan bitenin mantığı olarak bakabiliriz. Bu aynı zamanda teklik ve dualite prensiplerinin de bir bileşkesidir, dindeki en çok bilinen ifadesini Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesinde bulmaktadır. Sembol karşılığı olarak “üçgen” kutsal geometrinin temelidir. Dahası inanış sistemlerinin çoğunda böyle bir üçleme ile karşılaşmaktayız. Kutsal metinlerin bütününün üç aşamalı bir şifreye sahip oluğuna, görünen (herkesin doğrudan anlayabileceği), ikincil (özel eğitim almış olanların anlayabileceği) ve üçüncül (sadece çok az kişinin kavrayabileceği) şifreler olduğuna inanılmaktadır.

Evrenin prensipleri arasında dördün çok ilginç ifadeleri bulunmaktadır. Modern fizikteki dört temel güç, antik inanışta da evreni oluşturan dört temel bileşen, ateş, hava, su ve toprak ile karşılığını bulur. Bizim bildiğimiz canlıların bütünü dört baz üzerinden şifrelendirilmiş bir genetik bilgiye sahiptir. Dört temel yön bulunmaktadır, dört mevsim vardır; dört bu anlamda aslında fiziksel dünyanın oluşumunda esastır.

Evrenin prensipleri içerisinde on ikiye dek olan sayılara öyle ya da böyle bir anlam yüklenmiştir. Hatta Batı dillerinde ilk on iki sayının ayrı bir ismi vardır. Buna karşılık on iki diğer sayılara göre farklı bir konuma sahiptir. Nasıl on iki burç, on iki ay, on iki gezegen, gün ve gecede on iki saat varsa da, tanrılar panteonu inanış sistemlerinin bütününde on iki tanrıdan oluşmaktadır, İsa’nın da on iki havarisi vardır. Ama bizi hayrete düşüren nokta, “evrendeki bütün madde on iki parçacığın birleşmesinden meydana gelmiştir”. On iki parçacık da dörderli üç gruba ayrılır ki, iki grubu biz günlük yaşamda göremeyiz.

Bütün bu anlattıklarım evrenin prensiplerinin bir yerde değişmez olduğunu göstermektedir. Ancak Batıni öğretilerde ve dinlerde anlatılan prensiplerin fizik gibi pozitif bilimler için de geçerli olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Örneğin evrenin oluşumu için ortaya konmuş Büyük Patlama teorisi Yahudi mistisizmi olan Kabala’da çok benzer olarak (Zim zum) anlatılmaktadır. Kabalistlerin her ne kadar kendi öğretilerini rasyonalize etmek için çabaları olduğunu iddia etseniz de, benzerliğin bir rastlantı sonucu ortaya çıktığını düşünmek pek olası değildir. Aynı şey semavi dinlerin yaratılış ile ilgili bölümleri için de geçerlidir. Evrenin ve canlıların yaratılışı konusunda anlatılanlar modern bilimin bulgularıyla ciddi ölçüde örtüşmektedir.

Herkes elbette kendi yorumunu (ya da yorumsuzluğunu) getirmekte özgürdür. Hiçbir şey bilinmiyor olsa da, en azından yaşam için “kaba” neden-sonuç ilişkisinin ötesinde algılanması gereken başka unsurlar bulunmaktadır. Birincisi varlık bir döngünün içerisindedir, her şey zamanı gelince özü olan “Bir”e döner ve zamanı gelince özünden yeniden doğar. İkincisi varlık iki ayrı kutup arasında gidip gelmekle ilişkilidir, zaten varlığın esası farkın ortaya çıkmasıdır. Üçüncüsü tamamlama prensibidir, yani gün varsa gece de olmalıdır, zenginlik varsa, fakirlik de olacaktır, iyilik kadar kötülük de gereklidir. Ve dördüncü prensip, bütün mesele dengenin kurulmasıdır, denge olmaksızın “bizim bildiğimiz sürdürülebilir” varlık mümkün değildir. Özetle, “Tek bir kaynaktan doğan varlığın, varlığını sürdürebilmesinin gereği devinmesidir, devinimin sürdürülebilmesi ise dengenin bulunmasına bağlıdır.”

(Gelecek hafta devam edeceğim)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir