Bilinmeyenin sınırlarında: İnsan nasıl ortaya çıktı?

Size anlatılarım içinde insanın ortaya çıkışı elbette ayrı bir söylenceyi oluşturuyor. Dünya üzerinde olup biten her ne ise buna bir yerde “canlılık” dediğimiz süreç ekleniyor. Canlılık kendi kendine üreyip, büyüyebilmek olarak mı özetlenmelidir, bunu ben de anlamış değilim. Ancak canlılık denen şey ilk önce okyanuslarda meydana geliyor. Okyanuslar o dönemde bugünkünden daha sıcak, organik maddelerden oluşmuş bir plazma. Organik maddelerin öncülleri karbon kaynağı olan metan, azot kaynağı olan amonyak ve oksijen; bunlar suyun varlığında ve işin içine enerjinin de karışmasıyla birleşikler meydana getiriyorlar ve bundan da ilk hücre ve hücre toplulukları ortaya çıkıyor. Bütün bu anlattıklarım elbette milyarlarca yıl önce meydana geliyor. Stanley ve Miller tarafından öncülüğü yapılmış bir deneysel model, bu varsayımın kısmen doğru olabileceğini gösteriyor. Söz konusu bilim adamları metan, azot gibi temel bileşikleri içeren su ortamını elektrik akımıyla (o zamanının yıldırımlarına karşılık geliyor) bombardıman ettiklerinde temel moleküllerden bazılarının kendiliğinden oluştuğunu görmüşler. Bütün bu veriler dayanarak aynı koşulların neden gökyüzündeki herhangi bir başka gezegende daha oluşmadığını sorabilirsiniz, bunun yanıtı “elbette evet” olabilir, ancak çok çok küçük bir olasılıkla. Zira dünyanın koşullarına sahip bilinen bir gezegen yok. Ancak zaman sürecini de göz ardı etmeyin, milyarlarca yıldan söz ediyoruz, dünyanın küresel yaşı ise 5-6 milyar yıl civarında.

Ortaya insanın (ya da insan benzeri bir yaratığın) çıkması ise sadece 7 milyon yıl öncesine dayanıyor. İnsan benzeri bir canlının ne zaman ortaya çıktığını araştıran paleontolojinin çalışma yöntemi, daha çok Afrika’da bulunan bazı iskelet kalıntılarının incelenmesine dayanıyor. Binbir zahmet içinde ve çoğu kez rastlantı sonucu elde edilen bu birkaç kemik kalıntısından, şanslılarsa bir kafatası parçasından hareketle gelişimin nasıl olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Buna göre insanın atası bir cins ağaç faresi, ancak geceleri uyanık durup avlanan, gündüzleri ise ağaçlarda saklanan bu keseli fare, bir süre sonra (olasılıkla iklim ve çevre koşullarının değişmesi sonucunda) ağaçlardan iniyor. Bu durumda hem boyu hem de ağırlığı artıyor, insanımsı maymunlar da bu farelerden türüyor. Bulunabilen en eski kalıntılar 7 milyon yıl öncesine dayanıyor, derken 2-3 milyon yıl öncesinde insanımsı maymunların şeklinde birtakım değişiklikler olmaya başlıyor. Bunlardan en önemlisi dik yürüme becerisini kazanmış olmaları, ki bu onlara hareketlerinde hızlanma olanağı tanıyor. İkinci bir önemli gelişme ise beyin hacimlerinin büyümesiyle ortaya çıkıyor, ortalama 650 santimetreküp olan beyin 900 santimetreküpe ulaşıyor. Bu maymunumsulara habilis ve ardından homo türleri adı verilmekte. İnsana ulaştığı varsayılan soy ise Homo sapiens, buna karşılık diğer soylar ya ortadan kalkıyor, ya da gelişimsel olarak maymunların döneminde takılıp kalıyor. Beyin hacminin değişmesinin en önemli getirilerinden biri hayal gücüne dayalı ve hafızada planlama gerektiren işlerin artmış olması, bu sayede ilk avlanma/savaş gereçleri, yani yontma taş baltalar yapılıyor. Beslenme alışkanlığı önceleri sadece bitki ve meyvelere dayanırken, insanın öncülleri et tüketmeye başlıyor. Et tüketmek aslında beynin çalışması için gerekli daha fazla enerjiyi sağlarken, beri yanda bunu elde etmek için avlanılması anlamına da geliyor. Bugün bilim adamlarının bir tahmini de diğer insanımsı maymun soylarının, evrimi bize ulaştığına inanılan homo türleri tarafından yenmiş olması. Yani insan insanı yemeye aslında ta o zamandan başlıyor. Et yenmeye başlanmasının bir diğer getirisi üremenin de artması. Bu dönem öncesinde tahmin edilen dişilerin ancak 3-4 yılda bir doğum yaptıkları. Hamilelik süresinin de bu dönemde kısalmaya başladığı, aslında diğer hayvanların yavrularına eşdeğer bir bebek gelişiminin sağlanabilmesi için insanın hamilelik süresinin 21 ay civarında olması gerektiği. Ancak bunu kısıtlayan en önemli faktör yürümeye başlanılmasıyla birlikte iskelet yapısının değişimine bağlı olarak dişilerin doğum kanalının daralması, buna bir de beyin hacminin, dolayısıyla kafa çapının büyümesini eklediğinizde, 21 aylık bir doğumun olmayacağı açıkça ortaya çıkıyor.

İnsanoğlunun gelişimi işte bu şekilde bunan yaklaşık 30-35 bin yıl öncesine kadar geliyor. Yani saz damlı kulübelerde yaşayan ve yiyeceklerini yaptığı araç ve gereçlerle avlayan ya da toplayan, maymundan devşirme bir soy. Konuşmanın olup olmadığı bilinmiyor. Bu dönemden kaldığı bilinen herhangi bir yerleşim merkezi bulunmamakta, herhangi bir kültürel birikimin izlerine de rastlanamamakta. Paleoantopologların iddialarına göre 2-3 milyon yıldır olan gelişimin vardığı nokta avcı-toplayıcı klanlar topluluğu. Göçebeler, bölgedeki beslenme olanakları tükendiğinde daha bakir bir bölgeye göçüyorlar. Ve derken bundan yaklaşık on iki bin yıl önce nasıl olduysa oluyor, insan kalıcı yerleşim birimleri ve beri yanda uygarlıkla geliştirmeye başlıyor. Bugün elimizde bu tarih öncesine ait olduğu düşünülen herhangi bir birikim yok. Oysa bu yazıları yazamaya başladığımda hatırlarsınız, piramitlerin geleneksel arkeoloji tarafından bundan beş bin yıl önceye tarihlendirildiğini, ama ellerindeki kanıtlar hiç de yaban atılmayacak kadar bilimsel olan alternatif görüşlülerinse bu tarihi milattan önce on binlere dayandırdığını yazmıştım. Bu şu anlama geliyor, insanlığın aslında aheste sayılabilecek uygarlık gelişimi milattan önce on binlerde birden ortaya çıkıyor, bu zamanın öncesinde gösterilebilen bir şey yok. Yontma taştan piramit yapımına olan bu sıçramanın kuşkusuz bir açıklaması olmalı. Olası açıklamalardan biri aslında o dönemde de bir uygarlığın var olduğu, ama olağanüstü bir felaketle (tufan diyebilirsiniz kısaca) ortadan kalktığı ya da bir gün bulunmayı bekleyerek gömüldüğü şeklinde. Bir diğer açıklamayı ise sonraki yazılara bırakıyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir