Ecevit gösterdi ya, demek ki olabiliyormuş…

Ecevit’i yitirdik, üzüntümüz büyük. İçimden her ne kadar kızar gibi olsam da hasta yatağında yattığı uzun günlere, üstelik bilemeden olup biteni, sanırım yine en doğrusu oldu. Kim bilir belki de bize zaman tanıdı, gündem çalmamak için, Yargıtay’a ** sıkılan kurşunlar daha soğumamıştı bile. Bu kadar yatmalı mıydı bu deli adam? Sonrası zaten bir garip gün saymaktı. İşte belki de bundandır, Ecevit’in ölümü garip, eksik bir hüzün oldu. Daha çok bugünle bir hesaplaşma, demek ki olabiliyormuş, Ecevit gibi yaşanıp Ecevit gibi ölünebiliyormuş. Anlatayım.

Ben Ecevit’i çocukluğumdan hatırlarım en derin. En çok annem çağırırdı adını gururla, babam pek bir şey demezdi ama, babamın bir şey dememesi başlıca bir şeydi. Oysa mevzu politikacılar olunca “adam yok ki memlekette” lafı dilinden eksik olmazdı, bir tek Ecevit muaftı bu güzellemeden. Sene 1974’tü, Kıbrıs’a girdiğimizin hemen ertesi karartmaya başlamıştık geceleri. Olur da gelir diye Yunan jetleri, evimizde ışıksız otururduk. İkinci Dünya Savaşı’nın karartma gecelerinin İstanbul versiyonuydu. Sadece bir gecede Kuzey Kıbrıs bizden olmuştu, hani yürüsek hepsini alırdık ya, nerede durulması gerektiğini de sanırım yine Ecevit bulmuştu. Amaç toprak almak değil, can kurtarmaktı. Demek ki olabiliyordu, şahsi ihtiraslarına yenik düşmeyen bir politikacı da yetiştirebiliyordu bu topraklar. Oysa çok değil bir on küsur yıl sonra “bir koyup üç alacağımız” savaşın kıyısındaydık.

Ecevit ülkenin hemen tümü için yeni bir umut olmuştu. Temiz mavi bir umut, mavi gömlekli bir güvercin, hayatımdaki tek miting deneyimi onunla Taksim’de bir buluşma olmuştu. Barış şarkıları söylenen sıra dışı bir miting. Oysa bir mayıs gününe çok vardı, Taksim kırmızıyla yıkanmamıştı, maviye henüz kan sıçramamıştı. Zira Ecevit uzlaşmak demekti. Çerçevesi iyi tanımlanmış, ama sınır tanımayan bir uzlaşmak. Erbakan’la kurulabilecek bir koalisyon, politikayı mecliste bırakıp bir dost meclisi kurabilmekti kavgalı olduklarınla. Ağzından “sayın”sız hitap çıkmazdı da, Apo bile almıştı nasibini nezaketten. Bizdeki politikacılar dil bilmez, devlet adabından ise hiç nasiplenememişlerdir. Hani kimse duymasa hep “koyup oturtacaklar”. Demek ki olabiliyordu, siyaset seviyeli de sürdürülebiliyordu, “al ananı git” politika jargonuna girmemişti o zamanlar.

Bizim neslin çoğunluğu aç kalmadı ama, hepi topu sadece tok olduğunu bildi, üstelik buna şükretti. Para herkesi bozmaz, ama para için çoğu kişi bozulabilir. Kalemin ucundaki imza İsviçre bankalarındaki hesaplara uzayıverir çoğu kez. Oysa yiyip yiyebileceğin bir lokma ekmek, alıp alabileceğin bir metrekare çukurdur çoğu kez. İş ki koyduğunda başınızı yastığa için rahat olsun. Ecevit’in yaşam kaygısı da işte bu oldu. Hele bir de aç yatan kimse yoksa memlekette, ekmek kuru kuruya değil bir tas çorbayla indirildiyse mideye, bundan büyük lütuf ne olurdu. Onu sırtında Rahşan’ın ördüğü hırkayla canlandırırdım gözümde, akşam vakti bir bardak demli çay önünde, daktiloda yazı yazıyor olurdu. Abidin Dino’dan “Mutluluğun resmi” işte. Demek ki oluyordu, çay ve bisküvi mutlu olmaya yetiyordu, yeter ki herkes tok olsun. Bize öğretildiği gibi, oteller, araziler, dağıtım şirketleri, likit yumurta fabrikaları olmadan da yaşanabiliyordu. Sanırım bugünkü gibi bir doymaz açlık hiç olmamıştı memlekette.

Sonra bir sabah Eylül’ün on ikisiydi. Haberi geceden gelmişti, tanklar Taksim’e yürüdüler. Radyoda Hasan Mutlucan ve Kenan Evren dönüşümlü olarak program yapıyorlar. Uzlaşmayı bilemeyen bir ülke, demokrasiye nispeten durduruldu. Okula giderdik, bize kırmızı kazak giymek yasaklandı en başta. Yasaklılar için ise ***Yassıada günleri uzun ve suskundu. Bir tek Ecevit’in kalemi susmadı, hatta susmadığı için içeri girip çıkmışlığı bile oldu da, mazlumu oynayıp malzeme yapmadı siyasi kariyerine. Neden sonra döndü geldi yerine, altın yere düşmekle mundar olmaz ya, derleyip topladı hortumun ucuna dolanmış krizi. Demek ki oluyordu, bir ülkeye inanmak böyle bir şeydi. Kurşuna hedef olan bedenler, suların aldığı canlar, vakayı adi’den değildi o zamanlar, çok değil üç-beş yıl öncesiydi.

Ve gelelim olabileceklerin en güzeline. Hikayenin bütününde hep Rahşan vardı. Bülent ve Rahşan. Oysa gece gündüz paylaşılan bir yaşamda akşam insan ne konuşur? Kırk değil, elli değil, altmış yıl insan nasıl el ele tutuşur? Ya, demek bu da olabiliyordu, aynı ipte iki cambaz, üstelik evli. Böyle bir sevmek işte…

Laf çok, sevgi ve çalışmak giderek daha az. Ecevit içimize sinmiş mavi parlak bir tutku olup kalacak. Eksik bir hüzün. Ama o denizden geçen takalar yok mu, yürekle dolu, işte ağlamayı onlarla öğreneceğiz sanırım. Ne güzel!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir