Fillerin neden saçı var?

Fillerin neden saçı var? (Üniversite-endüstri işbirliğinin güncel ve hazin bir özeti)

Değişen dünya düzeni, ister istemez değil, tam olması gerektiği gibi üniversiteleri de “kar odaklılık” çerçevesinde şekillendirmekte. Para kazanmak kötü bir şey değil, ancak bilimsel düşüncenin mantığını “paraya çevrilebilir ürüne” dönüştürdüğünüzde, patent haklarıyla korunmuş bir sürü ürününüz olsa bile yeni düşüncenin önünü doğrudan tıkamış oluyorsunuz. Çünkü yeni düşünce aklın serbest bırakılmasıyla ilişkilidir, bir araştırmanın ana güdümü “bundan nasıl paraya dönüştürülebilir ürün çıkarırım” olduğunda, akıl zaten bağlanmış demektir.
Dahası, mevcut fonlar neredeyse sadece bu tür “endüstriyel geri dönüşlü” alanlara yönlendirildiğinde, doğayı saf merak çerçevesinde inceleyebilecek araştırmalar da karşılık bulamamakta. İşte bu durum üniversiteler düşüncenin önündeki en büyük engellerden biridir.
Endüstri ve üniversite işbirliğinin bu ciddi açmazının geçmişi benim görebildiğim kadarıyla önceki yüzyılın ortalarına uzanıyor. Oysa sermayeye ihtiyaç duyan bilimsel dehanın hazin öyküsünü, son büyük alim Nikola Tesla’nın 1900’lerin başlarındaki serüveninde buluyoruz. Tesla’nın bilinen buluşları üç fazlı hidroelektrik santrallerin geliştirilmesine, radyo dalgalarının kullanımına olanak sağlamıştır.
Bugün prizden gelen elektrik enerjisi onun dehasının ürünüdür. Lakin çalışmalarına aldığı destek “enerjiyi kablosuz da transfer edebileceğini anladığında”, “Amerika’yı kuran adam” John Pierpont (J.P.) Morgan tarafından durdurulmuştur. Bilimsel açıdan onun kadar parlak olmayan, ancak ticari açıdan daha yetenekli Edison kendi başına bir endüstriyel faaliyete dönüşse de, yaşanılanlardan çıkan sonuç bilim ve sermaye ilişkisinin kaygan olduğudur. Parlak bilimsel düşünce o sıralarda da üniversitelerin dışındadır; ama daha önemlisi üniversiteler endüstrinin işgaline henüz uğramamışlardır.
Fonlar ürüne dönüşebilecek araştırmayı destekler
On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise durum değişmeye başlar, üniversitelerin misyonu artık eğitim ve saf bilimsel arayış değildir. Üniversiteler endüstrinin işine yarayacak (kanunlarla gerekli hale getirilen) iş gücünü yetiştirmekle görevlidir. Devlet fonları, açık ara, endüstrinin işine yarayabilecek alanlara yönlendirilmeye başlanır.
Buradan çıkan buluşlar da endüstrinin sofrasına sunulur. Bu sistem Amerika’da hala aynı mantık içerisinde işler, dahası üniversiteler yeni teknolojiler ve paralelinde yeni endüstriler doğurur (süt teknolojisi-endüstrisi, biyoteknolojik ilaçlar-endüstrisi vb.). Bütün bunlar üniversiteyi ana kuruluş fikrinden uzaklaştırmaya başlar.
Mesela doktorlar artık hastalığın neden oluştuğu ve nasıl önlenebileceği konusuyla ilgilenmezler, 30 yıl önce hiç olmayan bir hastalığın (örneğin obezite) nasıl tedavi edileceğine ve endüstriler de bunun ne şekilde paraya dönüştürülebileceğine bakar. Ziraat mühendisleri bitki sağlığına değil, tarladan ne kadar ürün kaldırılabileceğine odaklanırlar.
Bu yaklaşım biçimi yeni bir televizyon modelinin gerekli olup olmadığının üzerinde durmaz, “yeni iyidir”, çünkü endüstriyel sistemin felsefesi öyle ya da böyle çarkın dönmesi ve kazancın artırılmasıdır. Ama en kötüsü, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, giderek daha az insan gerektiren üretim de mümkün hale gelir. Adını ne koyarsanız koyun (kapitalizm, emperyalizm, önemi yok), sistem bir süre sonra insanı sadece tüketici olarak görmek eğilimindedir (bugün ilaç firmalarının krizlerde beyaz yakalıları kapının önüne koyma gerekçesi, fabrikaların “full-otomatik” olmalarıdır, mavi yakalı zaten yoktur). Gıdası ucuz olmalı (piliç endüstrisinin ‘yem dönüşüm oranı’nın insan versiyonu), paranın geri kalanını bir şekilde cep telefonu, kıyafet, ilaç ya da aslında gerekli olmayan bir yığın ürüne harcayabilmelidir; gelir dağılımı makası ister istemez açılır.
Prof. Dr. Hotamışlıgil aslında durumu çok iyi açıkladı
Bütün bunları neden yazdım; Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’e geçen hafta Vehbi Koç Vakfı Bilim Ödülü verildi. Hotamışlıgil’in dans ederek sahne aldığı konuşmasında verdiği örnek aslında bu anlattıklarımın özetiydi. “Fillerin saçı olup olmadığını” soran Hotamışlıgil, bu sorunun peşinden giden bilim insanlarının fillerin saçlarının bir serinletme mekanizması olduğunu keşfedip, 375 milyon dolarlık bir askeri kıyafet şirketi kurduklarını anlattı (eminim Afganistan ve Irak’ta çok işlerine yaramıştır) ve çok takdir aldı. Oysa “merak, üniversite ve özgür düşünce” konusundaki görüşleri verdiği örneğin gölgesinde kaldı. Fillerin saçları “bilimin endüstriyle dansının bir özeti” değildi kuşkusuz, çünkü Harvard kurulurken de bu amaçla yola çıkılmamıştı (2). Lakin düşünce biçimi bulaşıcıdır ya da bir tesadüf olsa gerek, tıp fakültelerini de “Amerika’yı kuran adam” J.P. fonlamıştı.


Kaynaklar: (1) Tesla Zamanın Ötesindeki Deha, Margeret Cheney, Aykırı Yayınları, 2012. (2) http://www.harvard.edu/faqs/mission-statement

Önemli Not: Müslüm Gürses Baba’yı kaybettik, acımız büyüktür. Nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir