“Aşkolsun Kanser”, ‘men dakka dukka’ kuralı burada da geçer!

Kadın memesinin hormonal durumla bu kadar ilişkisi aslında vücudun olası bir hamileliğe hazırlığı anlamına gelir. Memeler her adet döneminde olası bir hamileliğe karşı hazırlanır, “depolar doldurulur”. Kadınlar depoların doldurulmasını memelerdeki adet öncesi gerginlik olarak hissederler, memelere olan kan akımı artar, meme dokusu gerilir. Buna karşılık doğumla sonlanmayan (kürtaj yapılan) hamileliklerin ek risk yaratacağı mantığı doğrudur, çünkü hamileliğin etkileri adet döneminden farklıdır (ancak dış gebeliğin hangi mekanizma ile koruyucu olduğu ek açıklama ister). Memelerde kansere neden olan her ne ise o da o sırada depolanmaya başlanır ve süt kanalında depolanır (meme duktusu denir, bu nedenle meme kanserlerinin hemen hepsi duktal kanserlerdir). Bu kısır döngü ancak doğum ile kırılır, çünkü depolanan her ne ise emzirme ile kanaldan boşaltılır, bulaşık sütün kime gittiği çok ciddi bir sorundur, ama anne için koruyucudur. Kadınların meme kanseri olmalarının bir nedeni de olası kanserojen etkinin yağda çözünür olmasıdır. Bu durumun açıklaması vücut kütle indeksinin yüksek olması, daha kolay anlatımla şişmanlık, kilo fazlasıdır. Yağ dokusu sadece östrojeni dönüştürmez, aynı zamanda yağda eriyen moleküller için rezervuar işlevi görür, depolar. Memeler ise daha fena, konsantre eder, bünyesinde biriktirir. Depolanan madde yağ dokusundan kolay kolay çıkamaz, ama hızlı kilo verilmesi durumunda serbestleşen maddeler olasılıkla vücudun zararsızlaştırma kapasitesini aşar (bu durum “hızla kilo verdi, ama kanser oldu” örneklerini açıklar mı, ne yazık ki bir şey söylemek mümkün değildir).

Türkan Saylan’ın ilaçları bile Adana’daki limon bahçelerine gitmiş

Ülkemizde tarım ilaçlarının kontrolünün bulunmadığı, “yağ dokusu ve anne sütü örneklerinde” saptanan tarım ilacı artıkları ile bilimsel olarak kanıtlanmıştır (DÜNYA Gazetesi, 4.8.2010, ‘Tarım ilaçları konusunda “ülkemizden” tıbbi analiz sonuçları: Zehirleniyoruz!’ başlıklı yazım). Bu durum aynen sürmektedir, o yüzden           ‘men dakka dukka’ (eden bulur) aynen geçerlidir. Geçtiğimiz sene kaybettiğimiz rahmetli Türkan Saylan’dan kalan kanser tedavisinde kullanılan hormon ilaçlarının bile (Meral Tamer’e alerji yapan ilaç) “bir hastanın ihtiyacını karşılayacağız” diye Adana’daki limon bahçelerine yollanmış olduğunu çok sonradan öğrendik. Letrozol olgunlaşmış limonun (ürünü alacak simsarı beklerken) dalda kalma ömrünü uzatırmış, bu nedenle de eritilip limon ağaçlarına verilirmiş. Hatta zaman zaman Adana’da bu ilacı bulmak mümkün olmazmış. “Kağıtta levreğe” limon konulur mu bilmiyorum ama, nezle olanlara nane-limon tavsiye etmekten tamamen vazgeçtim.

DNA’nın “beyin” olduğu savı geçersizdir, aşırı hijyen de hasta eder!

Şimdi gelelim bir de GDO meselesine. Ülkemize GDO’ların ithalatı serbest bırakıldı. Öyle içler acısı bir durum ki, araştırılmaları yasak, üretilmeleri yasak (zaten üretiliyorlar, Trakya’dan gelen çiftçiler söylüyor, bazı tarlaların domatesleri morarıp kurumuş), ama ithalatları serbest! GDO’ların felsefesinin neden yanlış olduğunu geçen senelerde yazmıştım, hem yaradılışa hem de evrime aykırıdırlar, tekrara girmeyeceğim. Ancak DNA’nın hücrenin beyni olduğuna inanmanın da hatalı olduğunu gösteren “soylar arası hücre çekirdeği nakli (interspecies nuclear transfer) denemelerinden” bahsetmek isterim (bu araştırmaların iki mantığı soyu tükenmekte olan canlıların yeniden üretilebilmeleri ve hastalıkların tedavi için kök hücre elde etmektir). Ancak bu çalışmalar, hücre çekirdeğini çekirdeği alınmış başka bir soyun yumurtalık hücresine nakletmenin “canlı ya da üreyebilir” yeni bir organizma geliştiremediğini gösterdi (1). Bu alan tıpta ve biyolojide yenidir, ancak araştırmaların ortak anlamı şudur: “Soylar birbirlerine karşı korumalıdır”, mesele çiftleşmenin (örneğin kuş ve ayı) teknik olarak mümkün olmaması değil, hücre yapısının buna izin vermemesidir. Bu durumda hücrenin çekirdeğinde yer alan DNA’nın “hücrenin beyni” olduğu varsayımı düşer. İşte aynı nedenden ötürü gen aktarımıyla GDO oluşturulması da hatalıdır. Tam bir çekirdeğin aktarılması bile mümkün değilken, bir geninin aktarılması canlı bir soy oluştursa da bunun sonucunun nereye varacağı kestirilemez. Asla güvenli değildir, nasıl bir gen ürününün ortaya çıkacağını bilemediğinizden hele hele gıda olarak tüketilmeleri külliyen hatalıdır.

Her şeye rağmen, vücut kanser oluşturan etkilere ve kimyasallara karşı aslında korumalıdır. Çünkü sigara da benzer şekilde olağanüstü bir kimyasal yük getirir. Ancak sigaraya bağlı kanserler 30-40 yıl günde bir paket sigara içmek durumunda ciddi risk oluşturur. O halde kanser yapıcı kimyasalın vücuttan bir şekilde atıldığını (balgam gibi) ya da etkisizleştiğini kabul etmemiz gerekir. Ne var ki bu mekanizma meme, prostat ve sindirim sistemi (mide, pankreas ve kalın bağırsak) kanserleri için geçerli görünmemektedir. Çünkü başta deterjan endüstrisi olmak üzere endüstrileşmiş gıda üreticilerinin tüketicide oluşturdukları bilinçli bir “hijyen” baskısı bulunmaktadır. Evet, hijyen yanlış bir şey değildir, ancak sadece o kadarla kalmalıdır, çünkü insanın kendisi zaten hijyenik bir varlık değildir. Erişkin bir birey başta bağırsakları olmak üzere, ağzından derisine 1.5 kilogram bakteriyi bünyesinde taşır. Buna bilim çevreleri konuyu yumuşatmak için “faydalı bakteriler” adını verirler, lakin “faydalı” tanımı eksiktir, bunlar sadece faydalı değil, aynı zamanda “gereklidir”. “Steril koşullarda yaşamak mümkün değildir”, sözü de terstir, doğrusu “steril koşullarda yaşanmamalıdır” olmalıdır. Bu nedenle gerekli olanı sadece hijyendir, “steril” olunması amaç olamaz. Hele hele süt ve yoğurt için olduğu üzere, bunları homojenize etmek, UHT ile steril etmek “anlamlarına aykırıdır”. Haftaya bu ve geçtiğimiz iki yazıyı bu kez farklı bir söylemle toplayacağım.

(1) Beyhan Z, Iager AE, Cibelli JB. Interspecies nuclear transfer: Implications for embrionic stem cell biology. Cell Stem Cell 2007: 1: 502-12.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir