Günümüz bilimine alternatif arayışlar: Doğanın bir mantığı var mı?

Son beş yılı çok daha sistematik biçimde olmak üzere, kırk yıldır anlamaya çalışıyorum. İnsanın bir mantığı yok (anladığım kadarıyla, ya da ben hala anlayamadım), peki ama doğanın bir mantığı var mı? Bu sözlerimi ne evrimsel bakış açısından dile getiriyorum, ne de yaradılışçı bir perspektifi savunacağım. Evrimci yaklaşımın en kabul edilemez kolaycılığı her şeyi “bu şekilde kendine bir yaşam avantajı sağlamış olabilir” şeklinde basite indirgemesidir. Buna karşılık yaradılışçılık açısından baktığınızda ise “vardır bir hikmeti” kabullenmesi ile sorgulamanın gereksiz olduğuna işaret edilir. Taraflar kendi açılarından kuşkusuz müsterihtirler, ancak benim akılcılık temeline yaslamaya çalıştığım bakış açısı, moleküllerine dek insek de, yeni sorular oluşturmaktan fazlasını bulamadığımız olana ve bitene bir başka yorum katmayı amaçlıyor. Bir yandan her gün dinlediğimiz senfoninin notalarını çıkarmaya çalışıyorum, beri yandan da iğneyle kuyu kazarcasına yavaş ilerleyen bilime bir alternatif yol açmaya çabalıyorum. Aslında cevaplanması gereken çok fazla soru var. Günümü bilimi gözlemlemek açısından aslında beş yüz yıl öncesinden çok daha farklı bir yerde değil, sadece bilgi birikimi ve teknolojinin sağladığı imkanlar sayesinde detay konularda da gözlem yapmak olanağına sahip. Oysa soruların moleküler biyoloji gibi araştırma alanlarıyla yanıt bulması pek olası gözükmüyor, tam tersine, çözüm daha bütüncül bir bakış açısını gerektiriyor. Uzmanlaşmanın doludizgin ilerlediği günümüz bakış açısında ise, giderek daha fazla sınırlanan bilimsel bakış açısının böyle bir tümevarımı yakalama olasılığı çok zayıf.

Hepimizin yaptığı, ama hiç kimsenin doğrusunu bilmediği şey: Beslenmek

Bu bakış açısının çıkış noktasını aslında çok sık dile getirdiğim süt meselesi oluşturdu. Anne sütünün yeni doğan bebek için doğrudan işlevsel özelliklerinin bulunması (sindirim sistemi bakterilerinin sağlıklı oluşturulması, bağışıklığın doğru uyarılması, bağırsak örtüsünün düzenlenmesi) aslında bilinmeyen bir konu değil. Benim sonradan öğrendiğim şaşırtıcı nokta, benzer unsurların sütün fermantasyon ürünü olan yoğurt için de geçerli olması. Esas soru ise, bu özelliklerin diğer beslenme unsurları için de benzer özellikle gösterip göstermediği. Malum, bugünkü beslenme algımız sadece “hijyenik, vitaminden ve mineralden zengin gıda” ile örülmüş durumda. Bitkilerin ilaç olarak kullanımları asırlardır biliniyor, peki gıdaların da sağaltıcı ya da en azından “sağlığın sürdürülmesinde kaçınılmaz” etkileri var mı? Bu yaklaşım şimdilik sadece “enginar karaciğer için besleyicidir” gibi örneklerle geçiştirilmekte. Her şeyin yapı taşına ayrıldığı, emildiği ve yeniden birleştirildiği şeklindeki genel sindirim konseptiyle uymayan bu algının geçerliliği nereye kadar? Biz gıdalardan yalnızca yapı taşı alıyorsak, aşağı yukarı bütün canlılar için hep aynı olan bu öğeleri farklı kaynaklardan almamızın, almak zorunda olmamızın gerekçesi ne olabilir ki?

Oysa vücut bazı koşullarda bazı gıdalara yönelik özel bir istemde bulunuyor. Hamilelerin “aş ermesi”, hepimizin “canının istemesi” olarak ifade ettiği bu “özellikle isteme, yönelme” duygusunun ardında başka bir şeyler aramak çok mantıksız görünmüyor. Zira bu istem “imrenmekle” karşılığını bulan önümüzde duran gıdaya karşı değil, tanıdığımız ama hazırda bulunmayan bir gıdaya karşı oluşuyor. Aynen sıvı kaybı sonrasında susama hissi gibi, belli durumlarda belli gıdalara karşı bir istem ortaya çıkıyor. Vücudun bizim bilincimize ancak son noktada erişen bir talebi midir bu, bir şeyin eksik olduğunu mu hissetmiştir ve aramaktadır? Bu kadar karmaşık bir mekanizma, sadece basit bir açlık dürtüsüyle yanıtlanamayacak talepler getirirse, bu neden şaşırtıcı olsun.

Hastalıklar neden endüstrileşmeye paralel artıyor?

Tıp hastalıkların tanısı konusunda giderek daha fazla olanağa kavuşuyor, ancak nedenini anlamak ve çözüm bulmak konusunda çok dar sokaklara sapmış durumda. Oysa öyle ya da böyle, pek çok hastalık endüstrileşmeye paralel olarak artıyor. Diyabet, romatizmal hastalıklar ve elbette kanser endüstriye paralel gelişen hastalıklar. Romatizmal artrit denen eklem iltihabı Afrika’da hiç görülmezken, Batı ülkelerinde dolu dizin bir seyir gösteriyor. Hastalığın nasıl geliştiğine ilişkin mekanizmalar tanımlamak açısından bu durum son derece elverişli bir model oluştursa da bilimin algısı içerisinde nedense bir yer bulmuyor. Hepsi bir yana, Batı bilimiyle pek örtüşmediği düşünülen bir de Doğu tıbbı yaklaşımı var. “Uyum, enerji hatları” gibi kavramlar çerçevesinde yürüyen bu yaklaşımın bize en çok aşina biçimi akupunktur. Akupunkturun bir tedavi modeli olup olamayacağı konusunda bugün Amerika’da da çok fazla çalışma var. Sigara bırakmaktan, zayıflamaya dek pek çok güncel sorunda hiç de azımsanamayacak sayıda geçerli örnek oluşturan bu yaklaşımların Batı algısıyla bir bütünselliğe kavuşturulması mümkün mü? Bu soruların hepsi ciddi cevaplar bekliyor.

(11.5.2011)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir