Felsefi sorulara bir örnek: Emziren annenin meme dokusu kime aittir?

Bilimin büyük bir kısmı tanımlamalar ve betimlemelerden oluşur. Örneğin ne olduğu bilinmeyen bir organ bulunduğunu varsayın, ilk ve en kolay yapabileceğiniz şey o organın dış görünüşünü, diğer dokularla olan komşuluklarını betimlemektir. Hatta bazen betimleme zaten yapılmıştır, ama ortaya konmuş olan şeyin bir organ olduğu yüzyıllar sonrasında anlaşılabilir. Mezenter denen doku bu durumun son örneklerinden biridir. Bağırsaklar batın içerisinde zara sarılı bir kangal olarak batının arka duvarına aslıdır, urveler (kangallar) oluşturur. Bu zardan oluşan sapın içinde dokuya gelen damarlar, lenf düğümleri ve yağ dokusu bulunur. İlk bakışta bunları saran zar kılıfının amacı bellidir, “bağırsakları arka duvara sabitlemek”. Oysa hastalıklar ortaya çıkıp, cerrahi tedaviler gelişince, o bölgeyi asan zar dokusunun ameliyatla çıkarılıyor olmasının tedaviye ciddi katkıları olduğu anlaşılır. Derken kavram değişir, mezenter başlı başına bir organ olarak kabul edilmeye başlar. Bu organın nasıl çalıştığı vb. detaylar aslında bilinmez, ama çıkarılması hastalık kontrolüne belirgin katkıda bulunduğundan işlevsel bir özelliği olduğu anlaşılır. Bugün “total mezokolik rezeksiyon” olarak adlandırılan cerrahi işlem artık standart yöntemdir, oysa mezenterin işlevinin nasıl gerçekleştiği, çıkarılmasının hastalık kontrolüne hangi mekanizmalarla katkı sağladığı yine bilinmez.

Resim İstanbul Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı arşivinden alınmıştır.

Meme paradoksu

İşte felsefi sorular sormak da bu noktada ortaya çıkan bir gereksinimdir. Bu soru biçimi betimlemeden bağımsızdır, insan aklının, mantığının ve elbette kabullenmelerinin sınırını zorlar. Bilimin esas gelişimi ise betimlemelerle değil, bu felsefi soruların yanıtlanması arayışıyla gerçekleşir. Ancak dediğimiz gibi, felsefi soru oluşturmak ve yanıtını aramak zor bir süreçtir. Bunlardan birini kadındaki meme dokusu için sormaya çalışalım:

Kadında meme dokusu erkeğinkine benzer bir yapı gösterir, ama ergenlikle birlikte belirgin değişiklik sergiler. Bu değişiklikler hamilelik döneminde bambaşka bir özelliğe bürünür, meme bezleri gelişerek sütün salgılanmasına uygun hale gelir. Derken doğum gerçekleşir gerçekleşmez meme dokusundan süt gelmeye başlar. Süt salgısı, ağlamadan tutun, memeyi elleriyle kavramasına dek bebek tarafından uyarılabilir. Annenin sütü bebekte, erişkin bireyin beslenme amacıyla içtiği sütten farklı bir özelliğe sahiptir. Bebeğin sindirim sistemi sütün bileşenlerini parçalamaz, bilakis biyolojik etkisini kaybetmemiş bütün moleküller olarak emer. Bebek büyüme uyaranlarının önemli kısmını anne sütünün biyolojik etkisiyle alır.

Bilim felsefi soruların yanıtlanmasıyla ilerler

Şimdi gelelim soruya; “meme annededir, ama süt bebek için vardır, sütün salgılanması bebeğin varlığına bağlıdır, o halde emziren annenin meme dokusu kime aittir; anneye mi, bebeğe mi?” İşte bu felsefi sorudur. Fiziksel olarak annede olan doku, bebeğe hizmet ediyorsa dokunun aidiyeti sorgulanmaya başlar. Her şey apaçık olmasına rağmen bu sorunun kesin yanıtı bilinemez, sadece felsefi olarak irdelenebilir. Aslında durum bir cins bulmaca özelliği de gösterir. Öyle bir bakış açsı geliştireceksiniz ki, anne, meme, süt ve bebek arasındaki ilişkiyi “illiyet” (alakalılık) çerçevesindeki mantığa dayandırarak açıklayacaksınız.

Tıpta ve biyolojide detayları çok iyi bilinmekle birlikte bu tür felsefi tartışmalara açık çok fazla kavram vardır. Geçen hafta değindiğimiz “arı-kovan-oğul” ilişkisinin elbette balık sürüsü şekli de vardır. Düzenli yüzen bir balık sürüsüne bir köpek balığının beslenme amacıyla daldığını gözünüzde canlandırın, mutlaka belgesellerde rastlamışsınızdır, sürü saldırıya tek bir organizma gibi “açılıp kapanarak” yanıt verir ve düzeni asla bozulmaz. Binlerce balığın kargaşaya girmeden öngörülemeyen bir saldırıyı bertaraf etmesi yine açıklamaya muhtaçtır. Bilim anca bu gibi felsefi soruların yanıtlanmaya çalışılmasıyla ilerler.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir