Yaşam bir savaş senaryosu değildir, birlikte yaşamayı gerektirir

Batı bilimi nedense insanın dış dünya ile olan ilişkisini, insanı merkeze oturtan bir algıyla değerlendirmek eğilimindedir. Yani insan annesinin karnında gelişen ayrı bir canlıdır, doğmasının ardından başta mikroorganizmalar olmak üzere diğer canlıların istilasına uğrama eğilimindedir. Bu bakış açısı dolayısıyla bir savaş senaryosudur. Aslına bakarsanız kanser başta olmak üzere, biyolojiye bakış da her iki dünya savaşının gölgesinde biraz “savaş senaryosu” mantığıyla geliştirilmiştir. “Dış mihraklar (ya da tümör hücreleri) vücudumuzu işgal edecekledir”, o nedenle bunlarla savaşılması gereklidir. Bu düşünce biçiminin en ciddi yansıması yine aynı koşullar çerçevesinde gıdada gerçekleşir. Yani yine savaş yıllarında, halkın ihtiyacını karşılamak için gıda gereklidir. Malum, o yıllarda soğutucular henüz neredeyse hiç bulunmamaktadır, o nedenle gıdayı değiştiren, bozulmasına neden olan mikroorganizmalar zaten ciddi bir sorun olarak algılanmaktadır. Neyse ki  1900’lerin başlarında bulunan bir takım yöntemler imdada yetişir, bunlardan başlıcaları unun yüksek basınçlı değirmenler ve katkı maddeleriyle beyazlatılması, sıvı yağların suyla doyurulması (margarin), sütün kurutulmasıdır (süt tozu). Ne var ki işlemin yapılış mantığının gıdanın içerisinde de ciddi değişikliklere neden olabileceği göz ardı edilir. Bu değişiklikler “zehirleyici” olmadığından bir fark varmış gibi görünmemektedir. Dolayısıyla aynı yaklaşım savaş sonrası dönemde diğer gıda kollarına da yayılarak sürdürülür. Canlı vücudunun çalışma prensipleri çok iyi bilinmediğinden ve sonrasında da DNA odaklı araştırıldığından, gıdadaki değişikliklerin uzun vadeli sonuçlarıyla bir ilişki kurulması mümkün olmaz. Derken 1950’lerde DNA ağırlıklı, yani hücre merkezli yaklaşım iyice ağırlığını hissettirir hale gelir ve bu süreç hala içinde yaşadığımız bilimsel algıyı oluşturur. Neredeyse bütün canlıların DNA dizileri çıkarılmıştır, böylelikle gen veri tabanları kurulur. Bu veri tabanları bugün de herkese açıktır, internet üzerinden erişebilirsiniz, ancak genlerin nasıl çalıştığı bilinmediğinden sadece “benzerlik” ve “olasılık” üzerinden araştırmalarla karşılaşırsınız. Bilim sistemin bütününün nasıl çalıştığına dair bir şey söylemekten artık iyice uzaklaşmıştır (aşırı uzmanlaşma).

Kök ucunun (RC, RS) kurtçuklar (N), amipler (A), bakteriler (BL, BU) mantarlar (F) ile ilişkisi (Kaynak Wikipedia)
Kök ucunun (RC, RS) kurtçuklar (N), amipler (A), bakteriler (BL, BU) mantarlar (F) ile ilişkisi (Kaynak Wikipedia)

Canlılar bütünün bir parçasıdır

Benim okuduklarımdan çıkarttığım ilk düşünce, insanın merkezi olmaktan çok, bütünün bir parçası olduğu, daha doğrusu olmak zorunda kaldığıdır. Yani gıdalar bizim hammadde kaynaklarımız olmadığı gibi, okudukça neyi beslediği bile tartışmalı hale gelmektedir. Bu düşüncenin en basit örneklerinden biri B12 vitaminin emilim mekanizmasıdır. B12 vitamini bilindiği kadarıyla sadece bakteriler tarafından sentezlenmektedir, yani insan da dahil hayvan ve bitki metabolizması B12 vitamini sentezleme yetisine sahip değildir. Ama esas ilginç olan B12 vitamininin emilim mekanizmasıdır ki, mideden salgılanan ve “iç faktör” (intrensek faktör) olarak adlandırılan bir başka maddeye gereksinim duyar. Buna bağlı olarak, bir nedenle midesinin belli kısmı alınmış olanlarda eninde sonunda B12 vitamini eksikliği görülür ve damar yoluyla yerine konmak zorundadır. O halde insan ve hayvanın dış dünyayla ilişkisi merkezi noktadan çıkmakta “birliktelik” haline dönüşmektedir. Dışarıdan gelen maddelerin içeriye taşınmaları (B12 son derece karmaşık yapılı büyük bir moleküldür) bazı taşıyıcıların varlığına bağlıdır, bu bakış açısı sindirim sisteminin ve özellikle kalın bağırsakların “dahili topraklar” oldukları mantığıyla birebir örtüşür.

“Birliktelik” mantığının aslında en önemli örneği sindirim-solunum sisteminin bakteri örtüsüdür (flora). Çok değil, bundan sadece 25 yıl önce bize öğretilen bilgiler, solunum sisteminin kendine ait bir bakteri örtüsü bulunduğunu söylemez. İnsan midesinde bakteri yaşayabileceği bilgisi bile çok yenidir ve Helicobacter pylori’nin keşfiyle ortaya çıkmıştır. Ne var ki bu bakteri de derhal “düşman” sınıflaması altına alınmış ve sindirim sistemiyle uğraşan tıp camiası söz konusu bakterinin ülser ve hatta kanserle ilişkili olabileceği olasılığı üzerinden doğrudan antibiyotik tedavisine yönlendirilmiştir. Kalın bağırsakların bakteri içerdikleri aslında çok eskiden beri bilinse de, solunum sisteminin bakteri örtüsü taşıdığı ancak son on yılda, görüntülemeye ve örnek almaya yönelik cihazların (esnek bronkoskoplar) yaygın kullanıma girmesiyle doğrulanabilmiştir. Bugün anlaşıldığı kadarıyla alt solunum yollarında da bakteriler mevcuttur, bunlar üst solunum yollarında yer alanlarla benzerlik gösterir ama sayıca daha azdır. Ne var ki bu bakteri örtüsünün bir işe yarayıp yaramadığı meselesinde hala elle tutulur bir sav yoktur.

“Varoluş” birbirine benzer süreçlerin tezahürüdür

Bu yazının birinci amacı bakterilerin doğal yaşamımızın bir parçası olduğu düşüncesinin bir kez daha vurgulanmasıdır. Ama beri yandan baktığınızda bu birliktelik o kadar basit değildir. Bakteriler sindirim ve solunum örtüsünü oluştururken, yaşamlarını orada sürdüren “sığınmış fukara” canlılar da değildir, organizmayla doğrudan ilişkiye girerler. Bunun solunum sisteminde nasıl geliştiği bilinmese de, kalın bağırsaklardaki durum bağırsağın örtüsünün altına sokuldukları ve doğrudan etkileşime girdikleri şeklindedir. İşin hoş yanı aynı şey bitkilerin kökleri için de söz konusudur, kök kılcalları çevresinde yer alan küçük kürecikler (kök-küre anlamında “rizosfer”), bitki tarafından bakterileri cezp edecek ve geliştirecek maddelerin salgılandığı, buna karşılık toprak bakterilerinin de bitki için gerekli bir takım maddeleri salgıladıkları “ara-yüz” özelliğini gösterirler. Aynı şey elbette insan kalın bağırsak parmaksı çıkıntıları (villus yapıları) için de geçerlidir. Dolayısıyla “Varoluş” aslında birbirinin benzeri süreçlerin tezahürü biçiminde gerçekleşir.

Sözü geçen hafta ebediyete uğurladığımız Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın “süt hakkı” düşüncesiyle bağlayalım. UHT denen işlem, yani sütün basınç altında 140 dereceye çıkarılması ve yağının kırılması (homojenizasyon) içerisindeki B12 vitaminini tamamen ortadan kaldırmaktadır (Balıkesir’den öğrenci arkadaşlarımızın UHT sütü TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’ne (MAM) inceletmeleriyle bir kez daha kesin olarak doğrulanmıştır). Beslenme akademisi bu gerçeği “süt vitamin kaynağı değildir” söylemiyle geçiştirir, yani bir yerde savaş günlerinin hatalı algısı, aradan geçen dönemde endüstrileşmiş ve ilgili bilim akademisi tarafından “akla uydurulur” hale getirilmiştir ki aslıyla alakası yoktur. Beri yandan bakteriler düşman değildir, birlikte yaşamamız zorunludur. Peki o halde “topraksız tarım” nasıl mümkün olur?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir