“Haliç’te Yaşayan Simonlar”, bir arka plan değerlendirmesi

Hanefi Avcı’nın kitabı yayınlandığı günden itibaren çok konuşuldu. Eminim pek çoğumuz almış ve okumuştur. Kitap başlıca iki bölümden oluşmakta, birinci bölüm Avcı’nın Emniyet’teki görev geçmişini bir özet olarak vermekte (aslında çok daha çarpıcı saptamaları var), ikinci bölüm ise olduğu hemen herkesçe bilinen bir kadrolaşmanın örneklerini sunmakta. Anlatılanların içeriği bu yazının konusu olmayacak. Ancak “cemaat yapılanması kavramını” genel anlamda irdelemek karşılıklı anlayışın sağlanabilmesi açısından çok önemli görünüyor. Nedir cemaat ve nedir insanları cemaat ya da benzeri grupların içerisine iten?

Ara sıra dile getiriyorum, yaşamımın son beş yılını istisnai durumlar dışında okuyarak geçiriyorum. Okumamın amacı ise kısaca özetlemek gerekirse, “var oluşumuzu” anlamak. Okuduklarımın bir kısmını sizinle doğrudan paylaşıyorum, çok daha az bir bölümünü ise “bilinmeyeninin sınırında” başlığı altında dile getiriyorum. Bu süreç içerisinde gördüğüm şudur ki, elbette benzer bir “anlama” amacını ve yaşam tarzını benimsemiş, öğretilerin içerisinden yorum üretebilmiş çok sayıda insan var. Bunlar sadece o yorumu ortaya çıkartmakla kalmamışlar, yaşam biçimi olarak sürdürmüşler ve aynı zamanda yorumlarını paylaşan başka inananlar da edinmişler. Daha çok tasavvuf çerçevesinde gelişmiş bu yorumlara biz tarikat (tarik yol anlamına gelmektedir), üyelerine mürid (yola giren), oluşturdukları gruba da genel anlamıyla cemaat adını vermişiz. Buna karşılık tarikat/cemaat yapısı genel anlamıyla sadece din çerçevesinde kalmamış. Bugün (olasılıkla öncesinde) bilimsel alanda da benzer yapılanma olduğunu söylemek kolaylıkla mümkün. Bu saptama dünyanın düz ya da yuvarlak olduğu, yaratıldığımız ya da evrimleştiğimiz gibi din/bilim eksenli örnekleri kapsamıyor. Daha çok “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” örneğindeki gibi, bir cerrahi girişimin şu ya da bu şekilde yapılması, yeryüzü şekillerinin ani ya da yavaş oluştuğu yaklaşımlarını bile “kutuplaşmalar boyutunda” kapsıyor. Yani bu anlamda bakarsanız bilim çevreleri de “okullaşma” adını verdiğimiz tarikat ve cemaat yapısını bir şekilde kazanabiliyor.

Peki nedir bu yapılaşmanın temel dürtüsü? Siz belki daha fazlasını bulabilirsiniz, ben başlangıç noktasında iki ya da üç kavramı tanımlayabiliyorum; yalnızlığın paylaşılması isteği, aidiyet hissi ve bunun sonrasında kişinin kazandığı bir takım faydalar, kolaylıklar. Ancak büyüme gerçekleştiğinde durum değişiyor. Çünkü öyle ya da böyle, “varlığımız zaman kavramıyla sınırlı”, yerimize koyabileceğimiz birilerinin de bulunması gerekiyor ki, öğreti sürdürülebilsin. Bu gerekçe, özden sapılıp, öğretinin beri yanda kırılma noktasını da oluşturuyor. Önce gelen, sonraki konumlar için “en iyi olanı” değil, ister istemez “en güvendiği adamı” (en çok biat edeni) yerleştirmek istiyor. En iyi olan öğretiyi daha ileri götürebilecekken, en güvenilir olan (seni aşmayacağını bildiğin) durumun korunmasının en kolay yoludur. Bu seçimden en büyük zararı öğretinin kendisi görse de, cemaat yapılanmasında esas olan varlığın korunması. Bu durumda ister istemez zaman içerisinde öğreti ikinci plana düşüyor, cemaatin büyümesi için yeni alan açılması gerekiyor, buna da anladığım kadarıyla kadrolaşma adını veriyoruz.

İşte bu aşamadan sonraki temel sorun “sürdürülebilirlik” haline geliyor. Cemaati güçlü kılan en önemli unsur öğretisinin gücüdür. “İnsanı yüceltme” kaynaklı öğretilerin bütününün amacı, kişinin nefsini terbiye etmesidir, bu amaç dışına çıkılmadığı sürece öğretinin büyümesinin pratik olarak sınırı yoktur. Ancak bu amaç terk edilip, cemaatin gücü çıkar (para, makam ve şöhret) sağlamak yönüne çevrildiğinde, kaynaklar artık sınırlıdır. Amacından sapmış büyümenin doğal sonucu ise fraksiyonların oluşması, bölünmeler yaşanması ya da başkalarının hakkının ihlalidir. Coğrafi açıdan baktığımızda bu süreç batıda da doğuda da benzer işler, ancak doğudaki üretkenlik ve yaşam algısının yüksek olmasına karşılık, kaynaklar çok daha kısıtlıdır, bu nedenle kırılmalar ve bölünmeler doğuda daha sık yaşanır, yeni yeni yıldızlar (tarikatlar) doğar, bu kez cemaatler arası denge sorunları yaşanmaya başlar. İşin en acı tarafı, hareket aşırı büyüdüğünde öğretiyi hayata geçiren kişi bile artık durumu kontrol edemez hale gelir. Çünkü daha en baştan yalnızdır (öğreti başka şekilde geliştirilemez), “kalabalıkların içinde yalnız olmak” bu durumu anlatır.

Benim vardığım genel sonuç şu: Başkalarının yaşam haklarına saygı gösterdiği sürece (bunu yapmayan bir tek yaklaşım okudum bu güne kadar), öğretilerin ve kurucularının (çok fazla eser ve biyografi inceledim) hiçbirinin özde bir sorunu yok. Hepsi insanın vicdan, ahlak, nefs açısından yüceltilmesini esas alır, kişinin kendi kendini terbiye etmesini ve dirayetini korumasını öğütler. Ancak mesele uygulamaya geldiğinde katılanların insan olmalarının zaafları zaman zaman ağır basabilir, öğretiyi oluşturanın ve savunduğu kavramların bütün iyi niyetine rağmen. Benim anladığım Hanefi Avcı’nın saptaması ve endişesi de budur; “çünkü devlet bu şekilde yürütülemez”.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir